top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

30 SENE EVVEL - MOSKOVA


Ankara’dan Moskova’ya uçuşumuz oldukça rahat geçti. Havaalanına vardığımızda saat 14:30 civarıydı, bir saat kadar bekledikten sonra nihayet bavullarımıza kavuşarak üstümüzde taşıdığımız, yanımızda getirdiğimiz, para, mücevher, orijinal resim vb… her ne var ne yok ise dökümünü yaptığımız küçük kağıtlarımız (Customs Declaration-Gümrük Beyanı) ile birlikte gümrük işlemleri bakımından zaten çalıştırmadıkları “Nothing to declare” hattından değil de, diğer kırmızı hattan çıkış yaptık. Havaalanındaki Intourist acentasından kiraladığımız şöförü dahil arabaya binerek Kızıl Meydan’a açılan ana caddenin tam karşısındaki, şehrin belki de en eski ve seçkin otellerinden biri olan “National Hotel”e vasıl olduk, yerleştik. Lenin’den başlamak üzere çok sayıda önemli zatın kaldığı bu otelin ortak mekanlarındaki her bir ayrıntı, üzerinde özenle düşünülerek sağlanmış olmasa da, mobilyaların çarlık Rusya’sının izlerini taşıdığını bilmek beni heyecanlandırdı. Diğer taraftan, dekorasyonu oldukça sade olmakla birlikte, kimi eşyaları muhtemelen antika olan odam, maalesef epey köhne ve pis idi. Demirperde gerisindeki kimi şehirleri, iki kutuplu dünya düzeni değişmeden evvel görmüş biri olarak, doğu bloku ülkelerinde özellikle tüketim malları bakımından nasıl bir yoksunluk yaşandığını geçmişte gayet iyi gözlemiştim. Nitekim, bu son derece tarihî (1903) ve lüks (!) otelde kullanıma sunulan havlu (havlular diyemediğimin altını çizerim) kirli görünümlü, soluk ve sert, tuvalet kağıtları ise adeta sıfır numara zımpara vasfındaydı. Yatağa gelirsek, boydan yana fena değilse de… enden nasibini almamıştı. Anladığım kadarıyla zaten tek kişilik olan yatakları, enden bölmek suretiyle iki tek yataklı odalar yaratmışlardı.

Moskova büyük şehir, Avrupa’da benzerlerini gördüklerimizden. Büyük şehirlerin kalabalığı, insanların vurdumduymazlığı burada da hemen göze çarpıyor. Bir yandan da zıtlıklar şehri denebilir, kimi köşelerinde yoksulluk, hatta sefalet kolgezerken, Çarlık Rusya'nın mirası insanı büyülüyor. Özellikle katedrallerin ihtişamı ve gözalıcılığını tarif etmek çok güç, beyaz ve altın sarısının hakimiyeti var. Mimari son derece enteresan, ortodoks, katolik farkını buradaki dini yapıların çizgilerinden keşfediyorsunuz. Moskova adı, eski Rusça’da AYI anlamına gelen “Mosk”tan geliyormuş ve 1990’da nüfusunun 8 milyon olduğu söyleniyor. Moskova’da caddeler alabildiğine geniş, meydanlar adeta uçsuz bucaksız. Bu kalabalık şehirde binalar renkli, özellikle kiremit rengi ve sarı, ama insanlar değil, hemen hepsi siyah, gri ve kötü kahverengi, sentetik olduğu metrelerce öteden anlaşılan kumaşlardan yapılmış şekilsiz kılıklar içindeler. Halk yoksul burada, en mütevazi kılıkta bile olsa bir yabancının varlığı hemen göze batıyor.

Bizim otele vardığımız 18:00 sularında otelin restoranı henüz açılmamış olmakla birlikte, her ne hikmetse artık !/? kimi masalarda tatlısı, böreği dahil yemek yiyen insanlar da mevcuttu. Biz de bu ekabirlerin öğle yemeğinin keyfini uzun çıkaran tipler olduğunu varsayıp, “illaki bize de bir masa!” ısrarında olmadık. Zil değil de, artık çan çalan midelerimizin durumuna bir çare bulmak umuduyla attık kendimizi kentin sokaklarına. Bahse konu senenin 1990 olduğu hatırlanırsa… sokaklarda bulabileceğimiz karın doyurma mekanlarının ne kadar kısıtlı ve zavallı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Esasen, ülkenin kıt olanakları ve zorlu fiziksel koşullarını bir nebze tahmin edebildiğimiz halde, itiraf etmeliyim ki, Ruslar hakkında sahip olduğumuz fikirlerin hiç te güvenilir olmadığını kısa sürede idrak ettik. Evet Ruslar gerçekten değişik bir millet. Sen her ne söylersen, ne talep edersen et, ademlerin ilk ve anlık tepkileri mutlaka “Niet!” yani “Hayır!” oluyor ve işin fena tarafı, böylesi aceleyle verdikleri cevaptan ta kati surette vazgeçmek istemiyorlar. Diğer taraftan, sen de inatçı çıkıp meselenin üstüne gider, neticede hasbel kader birini kafalayıp işini gördürebilir ve iyi bir bahşişle de ödüllendirirsen, aynı meseleye dair her kim varsa birden bire el pençe divan oluveriyor karşında. Bu vaziyete dair yorumumu soracak olursanız; Her kapının kilidini açan “PARA” der geçerim. Ne hazin değil mi? İnsanların yaşamını, tarzını, tavrını belirleyen en önemli, hatta biricik unsurun para olması bana çok itici geliyor. Ne yazık ki ekonomik imkanlar o kadar az, küresel kapitalist düzenin dayattığı koşullara uyum sağlamak bakımından o kadar güçsüz bir durumdalar ki… bu ülkenin insancıkları kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğunu hissediyor artık kuvvetle. Kapitalizm bu ülkeye çoktan sızmış bile ve en kısa vadede gümbür gümbür gelip alt üst edecek bu kadim ülkeyi. Bu vaziyete dair o kadar çok örneğe rastladık ki şaşırdık kaldık. Bunlardan biri de… otelde bulamadığımız yemek yerine, “Foreign Currency Bar” adındaki restoranda yediğimiz kötü tavuklardı. Foreign Currency yani döviz deyince aklıma geldi, döviz karaborsası çoktan oluşmuş bile. Biz bu topraklarda seyahat ederken, resmi kanallardan bozdurduğunuz dövizinize (tercihen $) aldığınız yerel paranın (ruble) 6 kat fazlasını sokaktaki karanlık tiplerden alabiliyordunuz.

Her neyse, Moskova’daki ilk akşamımızda, Mayakovski meydanındaki 1900’den kalma Gorki Tiyatrosu’na gittik ve Sibirya Halk dansları topluluğunun güzel bir gösterisini izledik. Şurası bir gerçek ki; Bu dev coğrafyanın insanları şahane dans ediyorlar, Rusundan Sibiryalısına, Azerisinden Kafkasına, Kazağına. Gösteriden çıktıktan sonra yaklaşık 2 km. lik bir yürüyüş yaparak otelimize döndük.

3 Ağustos 1990 Cuma günü, otelde yaptığımız kahvaltının ardından resmi turizm acentası Intourist’in düzenlediği “Kremlin Sarayı” gezisine katıldık. İzlememiz gereken rehberin, beyaz şoset çoraplı bir lise talebesi görünümündeki kızıl saçlı ve çilli kız çocuğu olduğunu saptayıp, kalabalıklar arasında saniyeler içinde kaybolmasına kendimizi alıştırana dek epey bir gayret sarfettik. Neticede bütün grubun, sadece kendi önündekini takip ederek sürü davranışı sergilemesiyle birlikte bu sorunu da kendimizce hallettik. Amerikalısından İspanyoluna, Ortodoks Yahudisinden Arabına, en az 7 farklı memleketten… yaşları 7’den 77’ye geniş bir yelpaze arzeden grubun tamamı, “Kızıl” rehberin yangından mal kaçırırmışçasına, ardına bakmaksızın, soluk soluğa yürüyüşü, adeta maraton performansına yetişmeye çabalarken abandone oldu. Orta yaşın epey üzerindeki kimi grup üyelerinin, bu feci koşturmaca esnasında muhtemelen fark etmeden geçirdikleri kalp krizine yenik düşmemiş olmaları… grubun diğer üyelerinin de, son derece eski ve tuhaf görünümlü doğu-bloku üretimi otomobillerin cirit attığı trafikte, yayalara kırmızı ışık yanarken karşıya geçtikleri halde telef olmaması, adeta bir mucizeydi. Nihayet, şaşkın ördek tavırları sergilemeye başlayan bu dağınık grubun kimi üyeleri, “Kremlin’i görmemizi istemiyorsanız, pekala görmeyelim de… lakin bırakın da yaşayalım” diyerek, hiçbirimizin akibetini katiyen umursamayan bu genç hanıma serzenişte bulundu. Sonuçta, nasıl da becerdiğimizi hala anlayamadığım bir şekilde, meşhur Kremlin Sarayı’na vasıl olabildik. Bizim kızıl rehber çocuk, bu defa da sadece kendisinin duyabileceği kadar alçak bir ses tonuyla bir şeyler mırıldanmaya başladı. Kızın, İngilizce olduğunu tahmin ettiğim -zira emin olacak kadar duyamıyordum- bir dilde neler anlattığını anlama çabasıyla birbirlerinin sırtına abanarak, ezan okurcasına elleriyle kulaklarını tutarak pür dikkat kesilen ekibin durumu, görülmeye değerdi. Ben ise, artık bu vaziyetten ve turun bir halta yarayacağından ümidimi tümüyle yitirdiğimden, “Sal gitsin” moduna girmiştim bile.

Ne doğru dürüst gezip, ne de gördüklerimize dair bir halt anlayabildiğimiz bu tuhaf ve cidden beceriksiz gezi denemesinden tek beklentim, bizi sürükledikleri yerlerde, kayda değer fotoğraflar çekebilmekten ibaretti artık. Sanırım grubun diğer üyeleri için de, büyük bir hız ve sessizlikle süregiden gezide kimi önemli mekanlar ancak uzaklardan tespit edilip, şimşek hızıyla çekilen fotoğraflarla yetinildi. Kremlin Sarayından sonra ziyaret ettiğimiz, Moskova’nın en önemli tarihi yapılarından biri olan “Annunciation Katedrali”ne tek sıra halinde giriliyordu ki… benim için film tam anlamıyla koptu, derler ya hani... nevrim döndü! O yıllarda sahip olduğum en kıymetli eşyam olan fotoğraf makinem, -tahmin edersiniz ki digital bir kamera değil- en kallavisinden şahane bir Canon idi ve kaybetmemeye, çaldırmamaya çalıştığım en önemli ikinci eşyam (birincisi pasaportumdu tabiidir ki) olma vasfını taşıyordu. Herneyse, filmin kopuş hadisesine dönecek olursak; Ben daha kilise kapısının ağzında, Bismillah deyip sağ ayağımı içeri atmadan evvel, iç mekanın giriş kapısından nasıl göründüğüne dair çekmeye kalkıştığım fotoğraf yüzünden, kapının yanında sırık gibi dikilen polis bozuntusu tüysüz oğlan tarafından, “afiderziin afiderziin” nidaları arasında yaka paça kapının önüne konuldum. Yaşadığım şoku ve hayal kırıklığını tahmin edersiniz. Yine de, neler döndüğünü tam kestiremediğim, malum demir perde gerisindeki bir ülkede yaşanan bu vaziyetin ciddiyeti ve muhtemel sonuçlarını kafamda değerlendiremediğim için o anda ısrarcı davranmadım -açıkçası makinadaki filmi de herifçioğluna kaptırmamak adına- muhtemelen bildiği tek yabancı kelime olan “afiderzin”i papağan gibi tekrarlayan polisçiği terk edip bizim rehber kızın yakasına yapıştım. Bizi fotoğraf konusunda uyarmadığını hatırlatıp, kilisenin içine tekrar girmemi sağlamasını talep ettiğimde, dünyadan bihaber sıpa, bu mevzuyu öğrenip döneceğini söylemez mi! Tahmin edersiniz ki benim tepem fena attı. Meydandaki binalardan birinin merdivenlerine oturup sakinleşmeye çalıştım, Lenin heykelinin karşısında bir sigara tüttürdüm. Grubun kiliseden çıkmasını beklerken de… etrafımı sarıp, hangi milletten olduğumu sorduktan sonra, karaborsa oranları üzerinden benimle $/ruble alışverişini beceremeyince, sigara isteyen, çaresiz ve maalesef sırnaşık Rus gençleriyle muhatap oldum. Öğlen yemeğimiz esnasında garson milletiyle cebelleşmemiz ve kavgaya ramak kala restoranı terkedişimiz de, sabah yaşadıklarımın tuzu biberi oldu. Bu Ruslar gerçekten tuhaf bir millet, gerçi Rus diye kestirip atmamak gerek, zira Moskova son derece kozmopolit bir kent, aynen daha sonra göreceğimiz kentler gibi.

Öğleden sonra hala akıllanmamış olmalıyım ki, bu defa da otobüsle düzenlenen bir şehir turuna katıldık. Bu tur en azından kaybolma riski taşımadığından ehven-i şerdi. Dünyanın bütün güzel şehirlerinde olduğu üzere içinde nehir barındıran Moskova’da yeni evlenen gençlerin adet haline getirdikleri üzere, köprü ve nehir manzarasında gerçekleşen düğün kutlamalarına tanık olduk. Çiftlerin çoğu, oldukça genç -hatta çocuk denecek yaşta- ve oldukça rüküş giyimliydi. Keyifle tokuşturdukları şampanya kadehlerinden yudumladıklarının, köpüklü şarap olduğunu sanırım. Moskova, her türden ve sınıftan çok farklı insanın iç içe bulunduğu bir kent. 70 yıl boyunca kapalı bir kutu örneği olan, kendi vatandaşlarının dahi neler döndüğünü anladığını sanmadığım bu ülkede yaşayanların mutlu olduklarını düşünemedim, hissedemedim. Kremlin sarayı ve hemen her turistik mekan çıkışında turistlerin etekleri, paçalarına yapışarak dilenen, en büyükleri daha 13-14 yaşında göründüğü halde sigara içen, leş gibi kirli ve bakımsız Çingene çocuklarının hali içler acısıydı. Moskova’nın turistik olmayan arka sokaklarında rastladığım, perişan haldeki yaşlılar ise çöplerden yiyecek ayıklamak zorundaydılar. Biz Moskova’dayken Glastnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılandırma) hamleleri başlayalı henüz 5 yıl bile dolmamış, devlet başkanı da halen Gorbaçov idi. O dönem muhalefet diye nitelenemese de, devlet başkanlığına aday olan Yeltsin henüz göreve gelmemiş, SSCB yerine, Birleşik Devletler Topluluğu kurulmamıştı. Diğer taraftan giderek küreselleşen kapitalizmin ülkeyi ve özellikle dezavantajlı kesimlerin hayatını kökünden değiştirdiği ortadaydı. Tam da bizim orada bulunduğumuz dönemde Moskova’da açılan ilk Mc Donalds şubesi önünde açgözlerle sırasını bekleyen binlerce kişilik kalabalığı zaptı rapt altına alabilmek için, polis kordonu oluşturulmuş ve sırayı düzenlemek adına metrelerce uzayan bariyerler yerleştirilmişti. Beni derinden etkileyip üzen manzaralardan bir diğeri de, şehirdeki turistik otellerin önünde bekleşen halk kalabalığı oldu. Sadece pasaportunu gösteren yabancıların ve otelde çalışanların kapısından içeri girebildiği bu mekanlarda dönen fuhuş pazarına kurban giden gencecik kızlar bu ülkenin kabullenilmiş gerçekleriydi. Kızıl Meydan’ın simgelerinden biri olan tarihî GUM alış veriş merkezinde ise hatıra olsun diye dahi satın alabileceğiniz herhangi bir ürün bulunmuyordu ve belirtmeden geçmeyeyim, dükkanlarda para hesabını abaküs ile yapıyorlardı.

Kendi kendime sordum: “İlk evvela nereden ve ne zaman çürümeye başladı acaba bu ülke?” diye. Bulduğum yanıt: “Siyaseten çoktan çürümüştü esasen, ama onlarca yıldır halının altına süpürülen tüm pislikler nihayet ortaya çıktı o kadar” oldu. Evet tüm otokratik, totaliter rejimlerde, en nihayetinde kaçınılmaksızın başa geldiği üzere, hadise bir yerlerden patladı ve ülkenin yönetilmesi adeta imkansızlaştı. Fırsatçılığın dizginlenemediği, yolsuzlukların engellenemediği bir düzende, acımasızlığın kol gezdiği, her türlü sefaletin yaşandığı ve hatta kanıksandığı bir diyar haline geldi.

Çoğunluk nüfusu Rus olmakla birlikte Moskova, SSCB dönemindeki asimilasyon politikalarının da etkisiyle dediğim gibi kozmopolit bir şehir. Hemen herkesin adeta baca gibi tüttüğü bu kentte ilginç gelen uygulamalardan biri de, hemen hiçbir kapalı mekanda sigara içilemiyor olması. Siz ne kadar çaktırmamaya çalışsanız da, turist olduğunuz 1 km. öteden anlaşılıyor bu şehirde. Ve ne hazindir ki iki paket Marlboro sigarası karşılığında çok şey yapabileceklerini hissettiren gençler dibinizde bitiyor ve gitmek bilmiyorlar. Ruble’nin değeri yerlerde süründüğünden, ruble ile alışveriş yapabileceğiniz yerler kısıtlıyken, Restoran, bar vb. mekanların ruble geçerli olan kısmında ayakta dikilecek kadar bile yer bulamazken, doların geçerli olduğu kısımda her türlü servisi alabiliyorsunuz.

İki kutuplu dünyanın simgesi “Duvar” yıkılmadan hemen evvel görme fırsatını bulduğum Doğu Berlin geliyor aklıma, ister istemez karşılaştırma yapıyorum. Orada karşılaştığım insanların çok daha çekingen, hatta ürkek ve içe dönük olduklarını hatırlıyorum. Buradakilerin ise, -nedendir bilinmez- kaba, küstah ve umursamaz bir tavır taşıdıklarını düşünüyorum. Yabancılardan aslında hiç hoşlanmadıkları halde, “sahip olmayı hayal ettikleri”nin, neticede yine onların tezgâhından geçeceğinin gayet iyi farkındalar ve “hard currency” için yapmayacakları şey yok gibi geliyor bana.

AÇLIK var bu ülkede, hemen her konuda. Bu görkemli tarih, debdebeli görünüm içinde hemen her bakımdan “AÇ” insanlar yaşıyor bu şehirde ve bu ülkenin şoke edici gerçekleri, insanın tüylerini diken diken ediyor. “Gelişmiş Batı”nın refaha sahip kesimlerinin standartlarında, bolluğunda ve koşullarında yaşamak istiyor bu insanlar. 70 yıldır ellerinden alınmış demokratik hakları, dindarlık dahil kısıtlanmış insani taleplerinden ziyade, daha iyi tüketerek yaşamak peşindeler sanki. Karşılaştığımız insanların neredeyse tamamı, mevcut sistemden, yönetimden ve partiden ziyadesiyle şikayetçiler. Ellerinden gelse, Ekim devrimine dair her şeyi yıkıp geçebilirler.

Bu seyahatte, Lenin’in mozolesini de ziyaret ettik tabiidir ki… Kızıl Meydan’da kırmızı ve siyah renkli kübik bir yapı içinde yerin dibinde loş ve soğuk bir yerde, sapsarı bir yüzle yatan adamcağızı günde binlerce kişi ziyaret ediyormuş, kapıda koca bir kuyrukta bekledik biz de dakikalarca. Kişisel düşüncem, Lenin’in bu vaziyetten hoşnut olamayacağı yönünde. Öldükten sonra sadece 6 gün içinde mumyaladıkları naşına ne yapılmasını istediğini O’na sormuş olduklarını da hiç sanmıyorum doğrusu. Sadece 54 yaşındayken, yorgunluk ve fazla çalışmak yüzünden (günde 18 saat!) öldüğünü ileri sürüyorlar. Kim olursa olsun, insanların hiç olmazsa öldükten sonra özgürleşebilmeleri gerektiğini düşünüyorum ben. Geldikleri toprağa geri dönebilmeliler.

Bu yazıda SSCB’nin siyasî tarihinin derinliklerine dalmak ve Lenin’den sonra kanaatimce giderek daha beter hale gelen rejimi eleştirmek niyetinde değilim ama; Sürdürülebilir olmaktan çok uzak bu sistemin çöküşünü, bu memleket vatandaşlarının önceleri sessiz ve içten içe kızgın izlediğini, daha sonrasında ise, kitle iletişiminin son sürat artışına paralel olarak, dünyanın geri kalanının da uyandırmasıyla birlikte biraz daha yüksek sesle tartışır duruma geldiğini söyleyebilirim.

Bugün bu ülkenin siyasi tarihinde yaşananların, politik çerçevede izah edilebilir ve eski sistemin de, savunulabilir olmaktan çoktan çıkmış olduğunu düşünüyorum. Doğu Blokunun günümüzde geldiği noktadan geriye dönüşünün imkansız olduğu aşikardır. Sosyo-ekonomik gerçekler karşısında daha fazla özgürlük ve demokrasi vaadinde bulunmaktan başka çaresi kalmayan yönetimin, en az hasarla dingin bir limana demir atmaya çabalayan lider figürü Gorbaçov’a biçilen rol, çağdaşlarınınkine kıyasla son derece ağırdır ve korkarım ki, yine ona kesilecek faturası da çok ağır olacaktır. Ülkenin bu güç koşulları ve acı gerçekleri altında halen bulunduğu çizginin ötesine geçiş olanakları bulunmadığı için yavaştan almak zorunda kalan Gorbaçov, en baş alternatifi Yeltsin gibi rakiplerinin karşısında ayakta kalamayacaktır. Bu ülke insanının içine düştüğü girdap, bu kaos ortamından nasıl kurtulacağını gerçekten merak ediyorum. Bir de Lenin’in mumyasına ne olacağını…

Moskova her şeye rağmen, mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Son derece ihtişamlı ve yüzyılların mirasını yaşatıyor insana. Burada kaleme aldıklarım dışında… bizim de bir kısmını keyifle deneyimlediğimiz mutlaka görülesi diğer yerleri sıralamakla yetineyim: Bir masal sarayını andıran “St. Basil Katedrali” başta olmak üzere, Kızıl Meydan civarındaki tüm yapılar, kendisi zaten yemyeşil olan şehrin parkları, heykeller, kiliseler, manastırlar, Arbat sokağı dahil sanat merkezleri, konser/opera binaları, tiyatro sahneleri, kristal avizelerin bulunduğu dünyanın en güzel metrolarından biri olan Moskova metro istasyonları veee... en büyük ozanımız Nazım Hikmet Ran'ın da uyuduğu Novodeviçy Mezarlığı. Bir de unutmadan, mavi-beyaz rus porselen eşyalarının 1800 lerden bu yana önce evlerde, sonra ortak mahallerde üretildiği, Moskova’nın 70 km. kadar güneydoğusundaki Gzhel kenti görmeye değerdi.

İnsanın yolu Moskova’ya düşerse, tüm bu sayılan yerleri gezmeye vakit bulamayabilir ve bu da anlaşılabilir bir durumdur. Lakin, oraya kadar gidip te…. başta bale olmak üzere, sahne sanatları performanslarını izlemeden, yerel votka ve havyar tatmadan, bir de Kremlin Müzesi Armory'de Faberge yumurtası görmeden dönmek çok ciddi hata olur. Vakit yoksa da mutlaka yaratmak gerekir.

Sağlıcakla… Seyahatle…

Seçkin Bilgen Gültan

Seyahat tarihi: Ağustos 1990

Moskova fotoğraflarıma göz atmak isterseniz:





120 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page