top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

BİRAZ KÜLTÜR, BİRAZ DİN, BİRAZ SANAT... ÇOK MERAK, ÇOKÇA ŞARAP

Güncelleme tarihi: 4 Şub 2022

2015 yazıydı. Doğası, tarihi, kültürü, sanatı ve insanıyla dünyanın en şahane memleketi olduğunu düşündüğüm İtalya’nın turistik şehirleri dışına taşan bir seyahat planlamamın muhtelif nedenleri vardı mutlaka. Bunların başında da küçük kuzum Naz’ın 2014-2015 okul yılında lise üçüncü sınıfı, tarihî Piacenza kentindeki bir sanat lisesinde okumayı tercih etmesi geliyordu. Bir diğer nedenim, İtalya’nın kendimi bildim bileli tüketmeyi en sevdiğim üç gıdanın, yani şarap, peynir ve zeytinyağının âlâsının, geleneksel yöntemlerle mükemmel üretildiği ülke olmasıydı. Ama hepsinden önemlisi, o topraklardaki ilk büyük uygarlığı kuran Etrüsklerden bu yana, bütün zamanlar içinde ilgimi en çok çeken “Ortaçağ”ı en fazla hissettiren köy ve kasabaların yanı sıra Hristiyan tarikatları arasında araştırmaya değer bulduğum ve bizdeki Sufîlere benzettiğim Fransiskenler tarikatının kurulduğu Umbria bölgesinin yanında; o karanlık dönemde Avrupa'nın geri kalanının tersine özgür ve bilimsel düşüncenin yeşerdiği, dünyanın faaliyetini sürdüren en eski (1088) üniversitesinin bulunduğu Bologna kenti; Rönesansın yeşerdiği Toskana toprakları, Batı Roma imparatorluğunun son başkenti, “Bizans” sanatı ve mimarisinin İstanbul’un ardından en iyi örneklerini görebileceğiniz Ravenna kenti gibi olağanüstü kültürel miras mekânlarına olan merakımdı hiç şüphesiz.

Saydığım unsurları barındıran Emilia-Romagna, Toskana, Umbria bölgelerinde yeralan birbirinden ilginç yüzlerce mekan arasında seçim yapmak, işin en güç yanı oldu. Neticede 10 gün kadar sınırlı bir süre için çizdiğim Rota[1], iyi ki gelmişiz dedirten 25 kent, kasaba veya köyden geçti.

Milano havaalanından kiraladığımız ülkesine yaraşır Fiat 500 arabamız, bizimle birlikte 1500 km üzerinde yol katetti. İlk konaklamamız, kızımızın bir okul yılını geçirdiği Piacenza’ya arabayla 1 saat mesafedeki bir çiftlikte yaşayan İtalyan ailesine komşu bir B&B köy evindeydi. AFS öğrenci değişim programı sayesinde tanıdığımız son derece canayakın ve sevgi dolu bir anne-baba, birer yaş aralıklı 3 sevecen kardeşten ibaret ailenin yaşadığı çiftlik ise, İtalya kırsalını olduğu gibi temsil eder nitelikteydi. Bir dağın tepesinde, kocaman bir arazide keçi ve koyunlar, köpekler ve bir at ile beraber, kar yağışı nedeniyle kimi zaman okula ulaşım yolunun kapandığı o çiftlik yaşamını ve organik peynir üretim sürecini yerinde deneyimleme fırsatımız oldu.

İtalya tarihinde köklü bir geçmişi olan, Haçlı seferlerinin başlatıldığı Konsile (1095) ev sahipliği yapan 100 bin nüfuslu PİACENZA’yı günboyu gezdiğimizde, araba veya trenle bir saat mesafedeki Milano’nun gölgesinde kalarak maalesef köhneleştiği kanaatine vardık.

“Coppa Piacentina” adı verilen özel jambonu ile tanınan Piacenza civarında görülmeye değer köyler, köprüsü ile bilinen “Bobbio”, “Castell'Arquato” ve “Vigoleno” olarak sıralanabilir.


Geçmişi MÖ 900 yılına varan Etrüsk uygarlığının mirasına sahip o topraklardaki ikinci, Toskana bölgesindeki ilk durağımız, İtalya’nın mücevheri olarak niteleyebileceğim LUCCA idi. Bir gece konaklamayı mutlaka hak eden bu son derece romantik kentte görülmesi gereken yerleri, şehir surları ve kapıları, ona "100 kilise şehri" unvanını kazandıran dinî mekânları, tepesindeki ağaçlarıyla dikkat çeken 1300'lerden kalma “Guinigi Kulesi” ve tabii ki… geçmişi MS ilk yüzyıla dayanan “Piazza dell'Anfiteatro” başta olmak üzere, meydanları ve tarih kokan sokakları olarak sıralayabiliriz. İtalya için sanat şehri niteliği taşıyan ve bestecileriyle tanınan Lucca’nın en önemli özelliklerinden bir diğeri de, benim için operanın en olağanüstü yeteneği Giacomo Puccini’nin doğum yeri olması.

İncecikten yağan bir yağmur eşliğinde her köşesini zihnime nakşederek gezdiğim Lucca’yı senin için İtalya’nın en şahane kenti yapan nedir? diye sorarsanız...

İnanın bilmiyorum. Sadece bir his belki de… bir his.

Lucca için hissettiklerimi, onun burnunun dibindeki (20 km güneyde) modern bilimin babası addedilen Galileo Galilei’nin doğum yeri PİSA kenti için hiçbir surette hissetmeyişimin nedenini ise, sanırım biliyorum. Bundan 25 sene evvel yine bir yaz günü tam da öğle saatlerinde trenle geldiğim o şehirden, bir kartpostala bakıp dönmüş gibi ayrılmıştım. Bu seyahatimizde, benim bu olumsuz değerlendirmem nedeniyle Pisa’ya uğramadan geçmedik tabiidir ki. Bu defa akşam saatlerine rastlayan gezimiz benim için de iyi oldu zira kentin sicili, hafızamda yenilendi, temizlendi.

Ertesi gün, ayrılmak istemediğim Lucca’dan sonraki durağımız, bütün seyahat rotamızı taammüden altüst ederek gittiğimiz AREZZO kentiydi. Normal koşullarda aklı başında insanlar olarak, yeryüzünün gördüğü en büyük dahi olduğuna kani olduğum Leonardo da Vinci’nin izini sürerek Vinci kasabası ve doğduğu köy Anchiano üzerinden sadece 100 km. bir yol kat ederek Floransa’ya gitmemiz icap ederdi. Ama benim gibi çatlak bir gezginle yola düşmenin faturası, 2015 Ağustos ayının ilk Pazar günü Arezzo’da gerçekleşecek antika pazarına (1968’den bu yana) tanık olmak adına yolu uzatarak ödendi.

Arezzo, seyrettiğim en şahane filmlerden biri olan Roberto Benigni'nin “Hayat Güzeldir” (La vita è bella, 1997) filminin çekildiği mekândı. Rönesansın en önemli heykeltıraşı ve olağanüstü sanatçısı Michelangelo’nun doğum yeri olan Caprese Michelangelo'nun bağlı olduğu bu kent, O’nun biyografisini yazan sanatçı ve mimar Giorgio Vasari’nin de, hümanist şair Petrarca’nın da kentiydi. Arezzo’da görülmesi gereken yerler; nefis binalarla çevrili yukarıdaki resimde yer alan eğimli meydan “Piazza Grande”, Fransız Guillaume de Marcillat’ın vitray pencereleri ile meşhur Katedral, kentin en eski kilisesi “Santa Maria della Pieve”, “San Francesco Bazilikası”, “San Domenico kilisesi" olarak sıralanabilir. Son olarak, yüzyıllar önce sanatçı Vasari'ye aitken, şimdilerde önemli antika koleksiyoncusu "Ivan Bruschi’nin Evi ve Müzesi" olarak geçen yapıyı da antika meraklıları için not edelim.

Antika pazarı bahane, kendine has atmosferini burnunuzda tüttüren, Etrüsk kültürel mirasını yüzyıllar ötesine taşıyan bu şehir mutlaka görülmeye ve konaklamaya değerdi, biz de öyle yaptık. Bu arada, kiraladığımız son derece şık ve konforlu AirBnb’ye yerleşir yerleşmez üzerimizde taşıdığımız nakit paranın tamamının adeta okus pokus misali bir anda kaybolup, Pazar kapandıktan saatler sonra tekrar ortaya çıkması nedeniyle benim tek bir parça antika eşya alamamış olmam, yolu uzatarak ödettiğim faturanın bedeli olarak yine bana döndü sanırım :)

Arezzo’ya kadar gidip CORTONA’yı görmeden dönenlerin aklına şaşarım. Kendimizinkine sonradan şaşmamak adına biz de gidip, Arezzo gibi geçmişi Etrüsklere dayanan bu mistik ortaçağ kasabasını gezdik tabii ki. Yalnız burada bahsetmeden geçmeyeceğim bir vaziyet te yaşadık maalesef. Bizim ailecek dünyada görülmeye değer bulduğumuz memleketleri, mutlaka bir araba kiralayarak gezmek gibi bir merakımız var. İtalya seyahatimizin bu bölümünde yaşadığımız tecrübe, 2012’de Norveç’te yaşadığımızın tam aksine oldu. Internet haritalarına mobil cihazlardan erişimin kısıtlı olduğu tarihlere denk gelen bu seyahatlerde faydalandığımız araba GPS cihazlarından size yol tarif eden mekanik karakterlerinin verdiği tepkiler, aynen Norveç ve İtalya insanlarında da gözlenebileceği gibi birbirlerinin tam da zıddıydı. Norveç GPS cihazının soğuk nevale kadın sesi, onun öngördüğü haritanın dışına çıktığınız takdirde sizi canınızdan bezdirecek bir ısrarla kendini tekrarlayıp mutlaka U dönüşleri yapmaya zorlarken… İtalya’daki çapkın erkek tonu, bırakın rotadan çıkmayı, ani bir kararla İtalya kırsalından uzaya çıkmaya kalkışsanız dahi en ufak bir uyarıda bulunmaksızın -yeni duruma derhal adapte olarak- size yanlışlıkla da olsa geldiğiniz noktadan yepyeni yollar çizmekten yanaydı. Nitekim bizim de Arezzo’ya sadece 30 km., arabayla taş çatlasın 40 dakika uzaklıktaki Cortona’ya varmamız, nasıl olduğunu anlamadığımız bir biçimde 1.5 saati buldu. Anlaşılan o ki izlenmesi gereken güzergâhın dışına çıktığımızın farkına dahi varmadan kendi etrafımızda dönüp durmuşuz, zira dönüşte aynı mesafeyi sadece 30 dakikada kat ettik. Cortona’yı keşif keyfine dönecek olursak, Chiana Vadisinin (Val di Chiana) aşağıdaki enfes manzarasını sunmasıyla başlamak gerekir.

Varlığı milattan önceye giden, yüzyıllar boyunca bölgesel savaşlar, akınlar, istila ve yağmaya maruz kaldığı halde, büyük ihtimalle surları (MÖ 5.yy) sayesinde oldukça korunmuş bir halde bu günlere kadar ayakta kalabilen bu antik kasaba, İtalya’nın arkeolojik, sanatsal ve kültürel mirasının gözlenebileceği özgün köşelerinden biri. Ünlü Rönesans ressamı Luca Signorelli'nin de (1441-1523) doğum yeri olan Cortona’da gezilmesini önerebileceğim yerler; cıvıl cıvıl hareketli “Piazza della Repubblica”, “Museo dell'Accademia Etrusca e della città di Cortona”, “Basilica di Santa Margherita”, “Santa Maria delle Grazie al Calcinaio” kiliseleri ile “Fortezza del Girifalco”. Son olarak, artık malumunuz olduğu üzere benim özel merak duyduğum Fransisken tarikatının lideri Aziz Fransesco tarafından 1211'de kurulan “Eremo Francescano -Le Celle” manastırını da anmak isterim.


Arezzo’dan ayrıldıktan sonra 2 gece konaklamayı planladığımız Floransa’ya, yolumuzu bir saat kadar uzatarak SIENA kenti üzerinden geçtik. Her yıl 2 Temmuz ve 16 Ağustos tarihlerinde iki kez düzenlenen geleneksel, mahalleler (Contrada) arası at yarışı oyunları “IL PALIO” nedeniyle dünyanın birçok yerinden milyonlarca turistin ziyaret ettiği esasen Antik Roma kenti Siena, yüzyıllar içinde hem kendi içinde siyasi çekişmelerle boğuşmuş, hem de Toskana coğrafyasındaki en büyük rakibi Floransa şehir devleti ile onlarca askerî ve politik savaştan geçmiş. 13-14. yüzyıl kuzey İtalya’sında başlayan “Guelfolar” (en genel tanımla Papalığın destekçileri ) ile “Ghibellinolar” (en genel tanımla Kutsal Roma İmparatorluğu'nun destekçileri) arasındaki önemli mücadelede, Pistoia, Arezzo ve Pisa kentleriyle birlikte Ghibellinolar’ın ağırlığını koyduğu Siena karşısında, Floransa’da, müttefikleri Montepulciano, Bologna ve Orvieto ile beraber, çoğunlukla Guelfolar etkinmiş. Bu iki önemli şehir-devletin siyasi çekişmesi, İtalyan anadilinin hem ilk hem de en büyük şairi Dante Alighieri’nin edebî şaheseri “İlahî Komedya”nın Cehennem’inin de arka planını oluşturmuş.

Dünyanın halen faaliyet gösteren en eski (1472) bankasına (Banca Monte dei Paschi di Siena) ve biri 1240 yılında kurulmuş iki üniversiteye sahip, özellikle ortaçağdan kalma saray, dinî yapılar, müze ve eserleri sayesinde tarihi kent merkezi, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yeralan ve her yıl şehir nüfusundan fazla turiste ev sahipliği yapan Siena kentinde görülesi yerlerden bahsedecek olursam… ilk olarak engebeli bir araziye kurulan kızıl kahve ve kırmızı tonların hakim olduğu bu şehrin kalbinin attığı “Piazza del Campo” ve çevresindeki tarihî yapıları konu etmek gerekir. En az bir gününüzü ayırmanız gereken şehirde diğer önemli mekânları, 1200’lerden kalma gotik Katedral (Duomo) ve bence mutlaka bir ziyareti hak eden “Santa Maria della Scala” müzesi, “Basilica Cateriniana San Domenico”, antik çeşme ve havuz “Fontebranda” olarak sayabilir, Siena ve etrafındaki enfes Toskana kırsal manzarasını kuşbakışı görmek için ise “Torre del Mangia”ya çıkmanızı önerebilirim.


Turistik mekânların kalabalık ve karmaşasından hiç ama hiç haz etmeyen biri olarak, giderek daha büyük bir hızla arttığına bizzat tanık olduğum turist kitlelerinin bulunduğu yerlerden uzak durmayı tercih ederim. Nitekim yıllardır, hayatımın en önemli zevkini yaşatan seyahatlerimi artık turizm sezonu dışında planlayıp, çizdiğim rotaların turistik noktalardan geçmemesine özen gösterir hale geldim.


Her bir köşesini döndüğünüzde birbirinden etkileyici örneklerine rastladığınız yüzlerce mimarî anıtı ve sanat yapıtları, paha biçilmez eserlerin sergilendiği muhkem müzeleri ve olağanüstü kültür mirasıyla tüm dünyayı etkisi altına alan Rönesans’ın doğduğu kent FLORANSA da, benim için artık maalesef turist kalabalığı ve nezaketsizliğine tahammül edemediğim bir yer haline geldi. Olanca güzelliği ve çekiciliğine karşın... artık sokaklarında dahi rahatlıkla yürüyemediğiniz, kutsal mekânlarında bile kendi kendinize kalamadığınız böyle şehirlerin vatandaşı olmak ne kadar güç olsa gerek diye düşünmüşümdür hep. Floransa’ya bundan 25 sene evvel gittiğimde rahatlıkla gezdiğim, önünden geçerken anlık dürtülerle içeri dalıp kimilerinde tek başına olma lüksünü yaşadığım mekânların önünde on metrelerce uzayıp giden bilet kuyruklarında bekleşen ve yığınlar halinde hareket eden insanları görmek, bana çok kötü geldi bu gezimizde.


Floransa, milât öncesine uzanan tarihi boyunca sayısız istila, askeri ve siyasi çatışma, iç kargaşa ve güç savaşlarından geçerek, sadece İtalya değil, tüm dünya için gerçek bir dönüm noktası olan Rönesans’a ev sahipliği yapan kent. İtalyan sanatı ve kültürünün en müstesna isimlerine [2] eserlerini hayata geçirecek ortamı sunan, yaşamına sahne olan bu şehri mutlaka gidip görün ve kendisinden sonra gelen sanat/felsefe akımlarının da önünü açan kültürel mirasının peşine düşün derim ben ama bunu, en az turistin bulunacağı dönemde yapın. Internet’ten kolaylıkla ulaşabileceğiniz yüzlerce sayfada “Floransa’da görülmesi gereken yerler ve eserler” listeleri vardır ve bunların çoğu birbirlerinin aynısıdır. Ben ise bu yazımda aynı yerleri tekrarlamak yerine, size tek bir mekân önermekle yetineceğim. Beni ilk görüşte kendine aşık eden Lucca şehri gibi, bundan 25 yıl önce Floransa’da ilk gördüğümde çarpıldığım “Santo Spirito” Kilisesi.


Floransa’ya veda ettikten sonra direksiyonumuzu, tekrar Siena’ya doğru güneye, yöreye özgü nefis Chianti şaraplarının üretildiği Toskana kırsalına çevirdik ve bu seyahatin temel nedenlerinden biri olan şarap tadımı serüvenimiz de böylelikle “Castello Vicchiomaggio”da başladı.


Yumuşak kıvrımlı tepelere yerleşik kırmızı kiremitli çiftlik evleri, orta çağdan kalma kilise, manastır ve kalelerin yanında, yeşilin her tonunu gözleyebileceğiniz üzüm bağları, zeytinlikler ve servi ağaçları arasında şık villalar, bağ evlerine de rastlayacağınız bu topraklardaki ilk durağımız, CHİANTİ CLASSİCO olarak bilinen, sınırları 1932 tarihli bir kararnameyle belirlenmiş bölgeye giriş kapısı niteliğindeki GREVE IN CHIANTI köyü oldu. Köyün, tarihî şaraphane/bar/restoran, zanaat atölyesi ve mağazalarının yer aldığı kemerlerle (Porticos) çevrili cıvıltılı meydanı “Piazza Matteotti”, tüm bölge için önemli bir pazarmış. Meydanda, 1524'te Kuzey Amerika kıyıları ve New York körfezinin keşfini gerçekleştiren, bu köyde doğmuş büyük kaşif Giovanni da Verrazzano'nun heykeli yeralıyor. Bizim olağanüstü sıcak bir günde biraz dolaştıktan sonra nefis bir şarap eşliğinde öğle yemeği yemekle yetindiğimiz 14 bin nüfuslu Greve in Chianti’de görülesi diğer yerler “Propositura di Santa Croce” kilisesi ve “Museo di San Francesco” olarak sıralanabilir. Köye arabayla 10 dakika mesafedeki “Castello di Verrazzano” çok önemli bir şarap imalathanesi ve tadım merkezi olarak öne çıkarken, yine köyün bir parça dışında kalan, bizim de tesadüfen gittiğimiz 12.yy’dan kalma sade ve sevimli “Pieve di San Cresci” kilisesi civarındaki Montefioralle kasabasında, Amerika’ya ismini veren bir diğer önemli kâşif Amerigo Vespucci’nin evinin bulunduğunu söylüyorlar.


Yeri gelmişken bir parantez açıp genel olarak İtalya’da şarap üretim düzeni ve bu gezide kimilerini tattığımız yöresel şaraplar hakkında biraz bilgi vermek isterim. 2020 yılı itibariyle 49 milyon hektolitrelik üretimiyle Fransa’nın da önüne geçerek dünyanın en önemli şarap merkezi haline gelen İtalya’da şarap üretimi, oldukça sıkı koşullar ve gözetim altında, menşe adı ve coğrafi işaretler sistemi çerçevesinde özgünlük sınıflandırmalarına[3] tabi olarak gerçekleştiriliyor. İtalyan şaraplarının sınıflandırılmasında en üst seviyeye işaret eden DOCG etiketli şarapların, kullanılan üzüm türünden, şarap üretim sürecinin bütün aşamalarında uygulanması/izlenmesi gereken kural ve resmî tadımlar dahil, tüm prosedürlerin lâyıkıyla yerine getirilerek üretilen ve kontrollü bir biçimde numaralandırılarak şişelenen şaraplar olduğunu söyleyebiliriz. Gezimizin odağı “Chianti Classico” bölgesi üzerinde duracak olursak; üretici birliği Chianti Classico Konsorsiyumu’nun simgesi siyah horozu (Gallo Nero) etiketinde taşıyan şarapların, yukarıda bahsettiğim kararnameyle saptanan Chianti topraklarında geleneksel olarak üretilen şarapları nitelediğini belirtmeliyiz. "Standard" veya "Riserva" olarak üretilen bu şaraplardan Standart olanlar "kırmızı kenarlıkla çevrili Gallo Nero” ile etiketlenirken, Riserva olanlar, şaraba lezzet katan en iyi üzüm türlerinden üretilerek daha uzun süreyle yıllandırıldıktan sonra "altın bir bordürle çevrili Gallo Nero" ile etiketlenmektedir.


Bu şarapların markası olan siyah horozun efsanesi, Siena ile Floransa şehirleri arasında yüzyıllar öncesinden gelen amansız rekabete dayanıyormuş. Orta Çağ'da Siena ve Floransa, çekişme konusu olan aralarındaki coğrafî sınırı belirlemek için, her iki taraftan seçilecek birer şövalyenin, birer horozun işaretiyle kendi şehrinden diğerine at sırtında gitmesi ve bu ikisinin birbirleriyle karşılaştıkları yerin de, sınır olarak saptanmasına karar vermişler. Sienalılar, şövalyelerini şafakta yüksek sesle mutlaka uyandıracağı düşüncesiyle, şişman ve güçlü yetiştirilmiş güzel bir beyaz horoz seçerken… Floransalılar, şövalyelerine yetersiz beslenmiş siyah bir horoz vermişler. Yarış günü siyah horoz o kadar acıkmış ki daha gün doğmadan öterek, şövalyesinin rakibinden çok daha erken yola çıkmasına ve ikilinin Siena'ya sadece 12 km kadar uzaklıkta bir mevkide (Castellina yakınlarında Fonterutoli) karşılaşmasına neden olmuş. Böylelikle Chianti bölgesinin çoğu Floransa kontrolüne geçmiş ve 14. yy sonunda da Chianti bölgesini yönetmek ve savunmak üzere, siyasi ve askeri bir ittifak olan “Lega del Chianti” (Chianti Ligi) kurulmuş. Bu Ligin arması da siyah horoz olarak benimsenmiş.

Toskana bölgesinde DOCG etiketi taşıyan dünya çapında bilinen şaraplar: “Brunello di Montalcino”, “Carmignano”, “Chianti”, “Chianti Classico”, “Elba Aleatico Passito o Aleatico Passito dell’Elba”, “Montecucco Sangiovese”, “Morellino di Scansano”, “Rosso della Val di Cornia”, “Suvereto”, “Vernaccia di San Gimignano” ve “Vino Nobile di Montepulciano”.

Son olarak, Toskana’nın kırmızı şaraplarının büyük ölçüde (75-100%) İtalyancada "Jüpiter'in kanı" anlamına gelen, ince tenli, orta tanenli yapıda ve yüksek asiditeye sahip Sangiovese üzümüne ek olarak, <= % 25 için Merlot ve Cabernet Sauvignon ya da... Canaiolo, Malvasia ve Colorino gibi geleneksel yerli Toskana üzümlerinden, DOCG etiketli beyaz şarabı "Vernaccia di San Gimignano"nun ise Vernaccia üzümünden yapıldığını ve son olarak, bölgenin çeşitli üzümleri kullanılarak üretilen tatlı şarabının da genel olarak "Vin Santo" olarak adlandırıldığını ekleyebiliriz.


Chianti bölgesindeki gezimizi, olanca güzelliğiyle göz alabildiğine uzanan yemyeşil üzüm bağları arasından yükselen servi ağaçları manzarasının çevrelediği dar köy yollarını izleyerek, bu defa “Castello di Albola” üzerinden geçtiğimiz RADDA IN CHIANTI ile sürdürdük.

Şarabın antik çağlardan bu yana üretildiği bilinen Radda in Chianti, engebeli bir arazide kurulu, tarih kokan dar sokakları, kısmen de olsa hala ayaktaki şehir surları ve kuleleriyle, bölgedeki en eski köylerden biri. 1176’ya kadar Siena’nın ileri karakolu iken, sonrasında Floransa kontrolüne girmiş, 13.yy’da Chianti Ligi’nin üç kurucu kasabasının idarî merkezi olmuş. Yüzyıllar boyunca ve en son 2. Dünya savaşı esnasında tarihî yapıları büyük ölçüde tahrip edilen, sadece 1700 kişinin ikamet ettiği bu minik köy, aslında atmosferini hissetmek ve sunduğu manzaralar bakımından ilginç. Şehir surları, tüneller ve tarihî yapılara eklemeler ve yenilemelerle eski dokunun korunmasına özen gösterilerek yeniden düzenlenmiş köyün, merkezdeki “Palazzo del Podesta” ve son derece mütevazı “Propositura di San Nicolò” kilisesi ziyaret edilebilir, arabayla 5 km kadar kuzeyindeki “Pieve di Santa Maria Novella” ve Fransisken manastırına gidilebilir.


Radda’dan sadece 11 km uzaklıktaki, Chianti Ligi’nin bir diğer üyesi CASTELLİNA IN CHİANTİ, 2850 kişilik nüfusuyla Radda’ya nazaran daha hareketli ve renkli bir köy. Bronz çağından bu yana şarap ve zeytinyağı üretildiği bilinen bu tarihi yerleşim, en önemli yapısı olan kalesi “Rocca di Castellina”, kemer ve geçişlerle birbirlerine bağlanan ortaçağdan kalma taşlarla döşeli kıvrılan dar sokakları, 15-16. yüzyıllardan kalma tipik evleriyle, neredeyse hiç bozulmadan korunmuş bir kentsel yapı arz ediyor. Çevresindeki kırsal alanın muhteşem manzarasını sunan, duvarlar arasındaki dar geçitlerden ulaşabileceğiniz antik “Via delle Volte” güzergâhı dışında, kimilerinde ilginç heykeller ve sürprizlerle karşılaşabileceğiniz köy içindeki sokaklarda, kaybolmacasına dolaşmanızı öneririm. Köyün en önemli kilisesi ortaçağdan kalma “Chiesa di San Salvatore”, 2. dünya savaşı sırasında yıkılınca neo-Romanesk tarzda yeniden inşa edilmiş. Kilise içinde görülmeye değer “Madonna and Child” freski, “St.Barnabas polikrom ahşap heykeli” ve çok tuhaf ama, kentin koruyucu azizi sayılan “San Fausto’nun cesedi” gibi objeler var. Naaş hariç diğerlerini görmenizde fayda var.

Bölgenin Castellina, Radda , Gaiole ve Castelnuovo Berardenga belediyelerindeki topraklarından elde edilen, özellikle Etrüsk dönemine ait arkeolojik eserlerin sergilediği “Museo Archeologico del Chianti Senese” ise köyün kalesinde yeralıyor.


Yılın en uzun günlerinde gerçekleştirdiğimiz bu gezinin en çok merak ettiğim duraklarından biri olan SAN GIMIGNANO’ya, dünyanın neresinde olursa olsun… güneşin, bulunduğu yerdeki batışını izlemek üzere en mükemmel konumu bulmaya meraklı bencileyin biri için, akşamüstü saatlerinde gitmek mükemmel bir tercih oldu. UNESCO Dünya kültür mirası listesinde yer alan San Gimignano, duvarlarla çevrili ortaçağ kent mimarisi ve kasabanın altın çağında sayılarının 72’yi bulduğu ileri sürülen kulelerinden bugün sadece 14’ünün ayakta kalabildiği, gerçekten masalsı bir şehir (Rönesans’ın Manhattan’ı olarak ta niteleniyor). Küçük bir Etrüsk köyünün (MÖ 200-300) kalıntıları üzerinde Elsa nehri vadisine (Val d'Elsa) hakîm bir tepede kurulan San Gimignano’nun bağımsızlığı ilk kez 1130 yılında tanınmış.

İngiltere’nin dinî bakımdan çok önemli kenti Canterbury’den hareketle, Fransa topraklarından geçerek, İtalya’da da bizim bu gezimize dahil ettiğimiz Piacenza, Lucca, Siena gibi şehirlerin üzerinden nihayet Roma’ya (kutsal mekân-Havariler Peter ve Pavlus mezarları) varan, o dönemin en önemli ticaret ve hac yolu olan “Via Francigena”nın içinden geçtiği (kuzeydeki "San Matteo" ve güneydeki "San Giovanni" kapısı) kentlerden bir diğeri olan San Gimignano, bu hac ve ticaret yoluna ilaveten, toprağında yetişen Safran ve finansal spekülasyonlar sayesinde ortaçağda önemli ölçüde gelişip zenginleşmişse de… bölgede doğan aristokrat sınıfın iç çatışmaları, güç savaşları (Guelfolar vs Ghibellinolar), kıtlık, kara veba gibi gelişmeler neticesinde 1353 yılında Floransa’nın kontrolü altına girmek zorunda kalmış. 13. Yüzyılda, ana kapıları birbirlerinden farklı dört bölgeye ("Piazza", "Castello", "San Matteo" ve "San Giovanni") ayrıldığında, o tarihteki idarî yönetiminin de desteklediği tarikatların (Fransiskenler, Dominikenler, Augustinler ve Benediktinler) yerleşimine sahne olmuş.

Nüfusunun sadece 7800 civarında olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdığım bu açık hava müzesi niteliğindeki kentin, yılda 3 milyon civarında turist ağırlaması da inanılır gibi değil doğrusu. Şehrin merkezini oluşturan “Piazza del Duomo” ve “Piazza della Cisterna”, “Piazza Pecori” ve “Piazza delle Erbe” civarındaki binaların (Palazzo/Casa) kültürel ve sanatsal açıdan ilgi çekici olduğunu söyleyebilirim. 11-13.yy’larda inşa edilen simge kulelerine ek olarak, çok sayıda kilise, anıt, müze ve galerinin de bulunduğu şehrin en önemli iki kilisesi sanırım ki, içinde şahane fresklerin bulunduğu “Chiesa di Sant'Agostino” ve Katedral olarak nitelense de 1148’den kalma eski bölge kilisesi üzerine 1239’da inşa edilen “Collegiate” olarak sıralanabilir.

Son olarak, İtalya’ya düzenlenecek bir gezide rotaya mutlaka dahil edilmesi gereken San Gimignano’ya gittiğinizde DOCG vasfını haiz beyaz şarabı “Vernaccia di San Gimignano”yu tatmadan dönmemenizi hatırlatmış olayım.


Toskana topraklarında geçirdiğimiz şahane günün sonunda, bu bölgede giderek yaygınlaşan Agritourismo (Agro turizm) tesislerinden birinde konaklamayı tercih etmiştik. Yerimizi gitmeden ayırttığımız “Agriturismo Podere Casato”, seyahatin sonraki bölümü için uygun bir yerleşimde, konforlu ve şahane manzarası olan bir seçim oldu. Mükellef bir kahvaltıdan sonra yollarına düştüğümüz Siena’nın güneyindeki “Crete Senesi” olarak anılan bölgenin manzarası, epey değişmişti. Killi toprağın kendine özgü gri/kahve/kül renginin hâkim olduğu hafifçe dalgalı tepelere aralıklı dağılmış meşe ve servi ağaçları arasında tek tük çiftliklere rastladık.


Bu bölgedeki ilk hedefimiz olan “Abbazia di Monte Oliveto Maggiore” Manastırına, Asciano köyünden geçerek vardığımızda itiraf ederim ki… olağanüstü güzellikteki asırlık bir orman alanında kurulu bu pek meşhur manastır, gözümde canlandırdığım gibi değildi. Ben çok daha sade ve doğal, hatta bakımsız bir inziva yeri tahayyül etmiştim sanırım. 1313 yılında Siena'nın önde gelen aristokrat ailelerinden biri tarafından kurulmuş ve 1320’den bu yana da Zeytin Dağı'na atıfla “Monte Oliveto” adıyla faaliyet göstermekteymiş. Benediktin tarikatına bağlı bu son derece bakımlı ve temiz kilise/manastır kompleksi, kilisesinde 1313'ten kalma tahtadan yapılmış bir Haç ve sanat eseri niteliğinde diğer kutsal unsurlar barındıran, “Büyük Manastır”ındaki “St.Benedict”in hayatını anlatan rönesanstan kalma 36 freske ilaveten 17. Yüzyıldan kalma freskleriyle Yemekhanesi, Kütüphanesi, Eczanesi ve küçük bir sanat galerisi de bulunan, görülesi bir yer.


Sonraki durağımız olan BUONCONVENTO, neredeyse tamamen duvarlarla çevrili, küçük ama çok ilginç bir ortaçağ köyü idi. Daha önce de bahsettiğim ünlü “Via Francigena” antik hac yolu üzerindeki yerleşimin surları, gözetleme kuleleri ve iki kapısının yapımına 1370’lerde başlanmış. Güneydeki kapısı “Porta Romana”, 1944'te geri çekilen Almanlar tarafından maalesef yok edilmiş, kuzey taraftaki devasa “Porta Senese” ise hala ayakta ve artık sürekli olarak açık. Yüzyıllarca kozasının içinde hiç bozulmadan kalan köy, ancak 1800’lerden itibaren surların dışında yapılan binalarla değişmeye başlamış. Üzerinde bir saat bulunan 14. yüzyıldan kalma dikdörtgen şehir kulesi ve “Palazzo del Podestà” gibi köyün en önemli bina ve kiliselerinin bulunduğu ana caddesi “Via Soccini”nin ismi, ana akım Hristiyan doktrini olan Teslis’i (Üçlü Birlik-Baba-Oğul-Kutsal Ruh) reddeden reformcu “Socianizm” (16.yy) akımını kuran Siena’lı bir ailenin soyadından gelmekteymiş. Buonconvento adının ise Latince “Bonus conventus” yani mutlu/şanslı/iyi topluluk anlamına geldiği söyleniyor.

“Palazzo” olarak nitelenen çok sayıda yapının bulunduğu birbirinden ilginç sokaklarında dolaşırken kendinizi ortaçağa ışınlanmış gibi hissedeceğiniz bu küçücük köydeki iki müzeyi vakit darlığı nedeniyle biz gezemedik ama uğradığımız 1103’ten kalma mütevazı “Santi Pietro e Paolo” kilisesi güzeldi.


Pitoresk Buonconvento köyünden ayrılıp sadece 15 km kadar güneydeki MONTALCINO köyüne giderken, yol üzerindeki “Cantina di Montalcino”da günün ilk şarap tadım molasını verdik.

DOCG sertifikalı ve dünyaca ünlü “Brunello di Montalcino” şaraplarının da, bu bölgede geleneksel olarak “Brunello” olarak adlandırılan Sangiovese üzümünden yapılıp, uzun süre meşe fıçılarda bekletilmesi gerekiyormuş. Chianti Classico bölgesine nazaran daha kuru ve sıcak bir iklime sahip bu bölgenin, kuzey ve doğusunda yetişen üzümlerinden yapılan şaraplarının daha yavaş olgunlaşan, aroması yoğun ama hafif, güney ve batısındakilerden üretilenlerinin ise daha zengin ve dolgun şaraplar olarak, kendi içlerinde de farklılık gösterdiği belirtiliyor. Yörenin DOC belgeli üç önemli şarabının isimleri de “Rosso di Montalcino (kırmızı)”, “Moscadello di Montalcino (tatlı, beyaz)” ve Montalcino’ya 10 km mesafede yeralan ünlü “Abbazia di Sant'Antimo” manastırıyla aynı ismi taşıyan “Sant'Antimo (beyaz ve kırmızı)”.

Montalcino köyüne giderken, UNESCO’nun dünya mirası listesindeki Val d’Orcia’nın (Orcia Vadisi) müthiş manzarası eşliğinde tepelerden inip çıkan dar yollar boyunca küçük mezralar, meşe ve servi ağacı kümeleriyle, üzüm bağlarının arasındaki çiftlikler ve dinî yapılar arasından geçiyorsunuz.

Bir tepe üzerine kurulu olan ve ismini bir zamanlar bu araziyi kaplayan meşe ağacından aldığı ileri sürülen köyün simge yapıları, 1361 yılında Siena ilinin egemenliğine girdiğine işaret eden kalesi “Fortezza di Montalcino”, ana meydanı “Piazza del Popolo” ve meydanın ana binası “Palazzo dei Priori” olarak da bilinen “Palazzo Comunale” diye sıralanabilir. Montalcino’da 14.yy’da inşa edilip, cephesi 19.yy’da yeniden tasarlanan “Cattedrale del Santissimo Salvatore”, “Chiesa di Sant'Agostino”, “Chiesa di Sant'Egidio”, “Chiesa della Madonna del Soccorso”, “Chiesa del Corpus Domini”, “Chiesa di San Fransesco” gibi çok sayıda kilise ve bir de müze var. Gezimiz esnasında denk geldiğimiz, etkileyici San Fransesco kilisesinin 16.yy’dan kalma freskleri üzerinde sürdürdükleri restorasyon çok ilgi çekiciydi.

Toskana’nın en eski seramik üretim merkezlerinden biri olan kasabanın, ortaçağdaki önemli ekonomik sektörlerinden biri de deri işlemeymiş. Şarap üretimi bakımından kısa sürede büyük atılım gerçekleştiren Montalcino’da 1960’larda sadece 11 üretici varken, günümüzde 200’ün üzerinde şarap imalathanesi olduğu bildiriliyor. Özetle… Montalcino, dünya çapında beğeni toplayan şaraplarının yanı sıra, her bir mahallesindeki sokaklarında kaybolunması gereken bir köy.


Montalcino’ya veda edip doğu istikametinde 30 dakikalık bir sürüşten sonra vardığımız ve 30. evlilik yıldönümümüzü idrak etmeyi planladığımız PIENZA’nın nüfusu sadece 2000 civarındaymış ama bana bu bölgedeki en renkli ve hareketli köylerden biri izlenimini verdi. Avusturyalı heykeltıraş HELGA VOCKENHUBER’in “Il Dono dell'Armonia's” adını verdiği sergisine denk gelmemiz, güzel bir sürpriz oldu. Dünya dinlerinin temel soruları ve insanın iç dünyası/iç barışına odaklandığı söylenen sanatçının büyük bronz heykelleri bence oldukça başarılı ve Pienza’nın ruhanî atmosferine de çok yakışmışlardı.

Pienza, şahane panoramik Val D’Orcia manzarasına sahip bir tepenin üzerinde konumlanıyor. Görkemli “Porta al Murello o Porta al Prato” kapısından giriş yaptığımız köyün tarihî merkezi, 1996 yılında UNESCO Dünya Mirası Alanı listesine alınmış.

Hiç şüphe yok ki… Pienza'nın tarihindeki en önemli isim, Fatih Sultan Mehmet’e din değiştirerek Hristiyan olmasını öneren bir mektup yazmış olmasından dolayı bildiğimiz, 1458’de Papa seçilen Enea Silvio Piccolomini. Osmanlı’nın Avrupa’yı işgali tehlikesine karşın bir haçlı seferi düzenlenmesi için çaba gösteren, bizlerin “Papa II. Pius” adıyla tanıdığımız bu güçlü din adamı, memleketi olan bu köyü “Rönesans kent mimarisinin ideal bir örneği/Papalık mekânı” haline getirmek üzere kökten dönüştürmeye karar vermiş ve anlaşılan o ki bunu başarmış ta. O yıllarda “Corsignano” olan ismi dahi, “Pienza (City of Pius-Pius’un şehri)” olarak değiştirilmiş köydeki düzenlemelere, en önemli meydan olan “Piazza Pio II”den başlanmış. Tarihî merkezde görülecek mekânlar; “Palazzo Piccolomini”, “Palazzo Comunale di Pienza”, “Chiesa di San Francesco”, “La Cattedrale dell'Assunta”, “Palazzo Borgia/Museo Diocesano”, “Case Nuove”, “Chiesa della Misericordia Pienza” olarak sıralanabilir. Merkezin biraz dışında kalan, papaların vaftiz kilisesi “Pieve dei Santi Vito e Modesto a Corsignano” da görülmeye değer bir yer.

Gladyatör filminin bazı sahnelerinin çekildiği Pienza, bu coğrafyanın dinî tarihi ve kültürünü daha iyi anlamak bakımından ziyaret edilmesi gereken köylerden biri olmasının yanı sıra, lezzetli bir koyun peyniri çeşidi olan “Pecorino di Pienza”nın ana vatanı olmasıyla da tanınıyor.

Evliliğimizin 30.yıl dönümünü, Toskana yerel ürünleri ve mutfağının leziz örneklerini denediğimiz “La buca di Enea” restoranında kutladık. Böylelikle Pienza, güzel anılarımızdaki özel yerini aldı.


Büyük bir keyifle sürdürdüğümüz gezimizin Toskana bölgesindeki son durağı olarak belirlediğimiz MONTEPULCIANO köyü, yöresel şarapların tadımı peşinde yollara düşen bizim gibiler için uğramadan geçilecek bir yerleşim değildi ve Pienza’ya sadece 15 km mesafedeydi. Val D'Orcia ile Val di Chiana arasında kalan yemyeşil bir tepede yerleşik Montepulciano’da, 14000 civarında insan yaşıyormuş. Chianti ve Montalcino’ya ilaveten, Toskana bölgesine özgü Sangiovese üzümlerinden yapılan şaraplara, simge niteliğinde kendi ismini vermiş bir diğer yerleşim olan Montepulciano köyünde, DOCG sertifikasına sahip “Vino Nobile di Montepulciano” şaraplarında %70 oranında kullanılması gereken Sangiovese üzümü, diğer yerel üzümlerle harmanlanabiliyormuş. Çoğu yüksek kaliteli ve oldukça pahalı bu şarabın başlıca üreticileri, Avignonesi, Boscarelli ve Fattoria del Cerro olarak sıralanıyor.

Antik bir Etrüsk kalesinin bulunduğu Montepulciano’nun önemi 12.yy da artarak kent dokusu gelişmiş, yaklaşık üç yüzyıl boyunca dönüşümlü olarak Siena ve Floransa’nın kontrolü altında kalan yerleşim, 15.yy başında Floransa egemenliğine girmiş. Ticaretin gelişmesine paralel olarak, kentsel dönüşüm süreci hızlanan kent, yeni yapılanlara ilaveten, restore edilen eski yapılarla giderek genişlemiş ve çehresi de değişmiş. 16. yüzyılda piskoposluk seviyesine yükselen ve Katedrali 1594-1680 yılları arasında inşa edilen Montepulciano, bugün bölgenin en önemli turistik merkezlerinden biri haline gelmiş. Bizim vakit darlığı nedeniyle maalesef layıkıyla gezme imkanımız kalmayan kentte görülmesi gereken mekânlar; “Chiesa di Sant'Agnese”, “Chiesa di Sant'Agostino”, “Fortezza Medicea”, “Piazza Grande”, “Duomo” ve “Palazzo Comunale” olarak sıralanıyor, aşağıdaki fotoğrafta görülen, şehir merkezinin biraz dışındaki 16.yy’dan kalma “Chiesa di San Biagio” ise, Toskana Rönesans mimarisinin muhteşem bir örneği olarak niteleniyor.

Montepulciano'yu ziyaret etme nedenlerinden bir diğerinin, tarihî merkeze sadece 5 km. uzaklıktaki “Via delle terme”deki kaplıcaları olduğunu belirtmekte fayda var.


Seyahatin bundan sonraki bölümünde amacımız, Etrüskler, Umbrialılar, Romalılar, Bizanslılar ve Lombardlar’dan kalma nekropolleri, arkeolojik parkları, köprüleri, su kemerleri, kuyuları, yer altı tapınak ve mezarlarına ilaveten, yazının başında konu ettiğim, Fransisken tarikatının kurucusu keşiş Aziz Fransesco’nun da doğup yaşadığı, ortaçağ ile Rönesans’ın kültürel ve sanatsal mirasına sahip UMBRIA bölgesini tanımaktı. Umbria, neredeyse tam da göbeğinde yeraldığı İtalya yarımadasında denize kıyısı olmayan, ancak Trasimeno Gölü, vadilerinden akıp geçen Tiber Nehri gibi su kaynakları sayesinde doğal güzelliklerden nasibini almış yeşil bir bölge. Ülke/yöre tarihi ve kültürüne düşkünlükle, geleneklerin ve yerel mutfağın da yaşatıldığı bu coğrafya, İtalya’yı koklamak ve hissetmek için en doğru adreslerden biri. Diğer taraftan, sıradan turistler için değilse de, inanç turizmi bakımından Hristiyanlar ve sanat meraklıları için de çok önemli bir destinasyon.


Yazının bu bölümünde, Hristiyanlığın ilk dönemlerinden bu yana, kutsal kitapları olan İncil öğretileri doğrultusunda yaşamlarını tamamen Tanrıya adamak isteyen Hristiyanların kurduğu tarikatlar arasında en önemlilerinden biri olan Fransisken tarikatı ile, bu tarikat mensuplarının izinden gittiği “Aziz Franscesco” hakkında biraz bilgi vermekte fayda görüyorum.

Her şeyden evvel tarikat yaşamının “kutsanmış yaşam” olduğunu belirtmekte fayda var. Her bir tarikatın ruhanî özelliğinin, büyük oranda kurucu şahsiyet ve tarikatın kuruluşu sırasındaki tarihsel gelişmelerle biçimlendiği bilinen bir gerçektir. Umbria’daki en önemli kentlerden biri olan Assisi’de 1181’de varlıklı bir aileye doğan Giovanni Francesco Bernardone, sergüzeşt bir gençlik çağının akabinde 1202’de Perugia'ya karşı savaşırken yakalanıp esir düşmüş, hapishaneden kurtulup Assisi'ye döndüğünde, İsa Mesih'in kendisini bu dünyevî yaşamı terk etmeye çağırdığı gerekçesiyle önemli bir Ruhanî dönüşüm deneyimi yaşamış. Babasının serveti ve mirasından vazgeçip, her türlü dünya nimetinden de elini eteğini çekerek, ibadethaneleri onarmaya, hastaneleri ziyaret ederek cüzzamlılar dahil hastalarla ilgilenmeye, özetle… son derece mütevazı ve çileci bir yaşam sürmeye başlamış. Kahverengi çuvala benzeyen kaba kılıklar içinde sadece rızkını dilenerek, kusursuz sevgi, saflık, masumiyet ve barış için dua eden, insanları kefarete davet eden gezgin bir keşiş haline gelmiş. 1209 civarında Hz. İsa'nın “Her şeyi bırak ve beni takip et” çağrısına dayanarak çevresine takipçiler toplayarak tarikatının taşlarını dizmeye başlamış. 1219'da Haçlı Seferleri'nin sona ermesini sağlamak adına, iktidardaki sultanı din değiştirmeye davet etmek üzere Dimyat'a kadar gitmiş. Aziz Francesco, doğa, hayvanlar ve kardeşlik sevgisini vurgulayan, mistik unsurları öne çıkan öğretisiyle yüzyıllardır İtalya’da hayvanlar ve ekolojinin koruyucu azizi olarak kabul ediliyor. Nitekim günümüzde “Dünya Hayvanları koruma günü” olarak 4 Ekim’de kutlanan onun adıyla anılan bayram vesilesiyle, İtalya’da ve dünyada hala birçok Katolik kilisesi, insanlara evcil ve diğer hayvanlarını kutsanmak üzere kiliseye getirmeleri için çağrı yapıyormuş. Tüm hayvanları “kardeşleri” olarak gören, kuşlara vaaz verdiği söylenen ve insanın, hayvanları ve doğayı koruma görevi olduğuna inanan bu aziz, doğayı da “Tanrı’nın aynası” olarak niteliyormuş. 1228 yılında Papa Gregory IX tarafından azizler listesine alınan Francis, “dilenci tarikat” olarak bilinen ve zamanla kendi içinde yeni yapılanmalara giden tarikatının fiili yönetiminden de, daha hayattayken geri çekilmiş.


Tiber nehrinin geçtiği, İtalya’nın bu ikinci en küçük bölgesinde iki eyalet var. Bunlardan büyük olan PERUGIA, bizim gezinin güzergâhında yer alırken, Roma’ya giden yol üzerinde 80 km kadar güneyde kalan TERNI, istemeyerek te olsa dışında kaldı. Sadece bir not düşmek gerekirse... Terni, ilki 496 yılının 14 Şubat’ında kutlanan ve son yıllarda giderek daha yaygınlaşarak benimsenen “St. Valentine’s day-Aşıklar Günü”ne ismini veren, ancak hangisi olduğu hala bilinmeyen 3 şehitten birisinin, yani Aziz Valentine’lerden birinin yaşadığı şehirmiş. Öteki iki kişiden biri Roma’da 3.yy da öldürülen bir rahip, diğeri ise Kuzey Afrikalı bir şehitmiş. Terni civarında görülmeye değer çok sayıda yerleşim, dini mekan ve UNESCO tarafından "Dünya Biyosfer Rezervi" kabul edilen Monte Peglia (Peglia dağı) gibi bir doğa harikasının dışında, antik Roma’dan kalma, dünyanın insan eliyle yapılmış en yüksek ikinci şelalesi sayılan Marmore Şelaleleri de var.


Bu seyahate çıkmadan evvel, Toskana’daki Montepulciano’dan ayrıldıktan sonra Umbria bölgesinde gezmek için, Terni eyaletine bağlı birkaç kasabayı da içine alacak şekilde çizdiğim 220 km uzunluğundaki rotada bulunan yerleşimler sırasıyla; “Città della Pieve”, “Orvieto”, “Todi”, “Spoleto”, “Montefalco”, “Foligno”, “Spello” ve nihayet “Assisi” idi. Ancak ne yazıktır ki, evdeki hesap çarşıya uymadı ve ben bütün programımızı, konaklamalar dahil altüst ederek tümüyle değiştirmek zorunda kaldım. Biz bir kısmını gezememiş olsak ta… bu kasabaları programa alma nedenlerimi bu yazıda konu etmeliyim ki, o yöreye gidecek olan okurlar faydalanabilsin.


CITTA DELLA PIEVE: “Trasimeno Gölü“nün 20 km. kadar güneyindeki, İtalya’nın en dar sokağına (Vicolo Baciadonne) sahip bu kırmızı tuğlalı kent, “Perugino” olarak bilinen ünlü ressam Pietro di Cristoforo Vannucci’nin doğum yeri (1446) imiş. Evrensel dehâ Leonardo da Vinci’nin çırağı, büyük ressam Raffaello'nun da hocası olduğu belirtilen bu önemli Rönesans sanatçısının eserleri, -özellikle “Chiesa di Santa Maria dei Bianchi” için yaptığı “Adorazione dei Magi” isimli şahane tablosu, bu kentte görülebilir.


Çok sayıda büyüleyici ve çekici kilisesi olmakla birlikte, ORVIETO’nun dünya çapındaki ünü, İtalyan Gotik sanatının başyapıtı niteliğindeki Katedrali sayesindedir. “San Brizio Şapeli”ndeki Luca Signorelli imzalı freskin, Michelangelo'nun Vatikan’daki “Cappella Sistina”ya (Sistina Şapeli) çizdiği dünyaca meşhur “Il Giudizio universale” (Kıyamet Hesap Günü) freskine ilham kaynağı olduğu ileri sürülür. Şahane bir panoramik manzara sergileyen Umbria kırsalından yükselen volkanik bir tepenin düzlüğüne kurulu bu şehir, Etrüsk değirmen, sarnıç, çanak çömlek ve mezarlarından tutun, Roma uygarlığı ve Ortaçağdan kalma yer altı mahzen, tünel ve yerleşimleri dahil, yüzlerce yapı ve esere, özetle yüzyılların mirasına ev sahipliği yapmaktadır. Tarihi sarayları, yapıları ve arkeolojik eserleri de barındıran müzeleri bir yana… Orvieto yörede Ortaçağdan beri üretilen, şimdilerde DOC belgesini haiz, “Trebbiano” cinsi muhtelif üzümlerden yapılan beyaz şarapları ve leziz yerel mutfağı ile de tanınmaktadır.


Bir zamanlar İtalyan basını tarafından "Dünyanın en yaşanabilir şehri” olarak lanse edilen ve muhtelif filmlere plato olarak seçilen TODI, nefis bir vadiye bakan bir tepenin üzerinde yükselen eşsiz güzellik ve zarafete sahip, kuruluşu milattan önceye dayanan bir ortaçağ kasabası. Enteresan biçimde etrafında iç içe çemberler gibi sıralanan, Etrüsk, Roma ve Orta Çağdan kalma üç sur ile çevrili kent, romanesk mimarinin şahane örnekleri olan kiliseleri ve katedralinin yer aldığı meydanlarındaki diğer tarihî binalarıyla (Palazzo) ve Rönesans mimarisinin Umbria’daki en güzel örneklerinden biri sayılan “Santa Maria della Consolazione” tapınağı ile görülmeye değer bir yer. “Todi Sotterranea” (Yeraltındaki TODI) olarak adlandırılan, içinde gezebildiğiniz dehlizleri de bulunan bu kent hakkında ilginç bir diğer bilgi de, bana pek inandırıcı gelmediyse de… 1290 yılında 40 bin (!) olduğu iddia edilen nüfusunun, günümüzde bunun yarısından da az olduğu.


Gelelim Umbria bölgesinin en kayda değer yerlerinden biri olan SPOLETO’ya. Apenin Dağları'nın eteklerinde, MÖ 241 yılından bu yana varolduğu belirtilen bu yerleşimin bugünkü nüfusu 38 bin kişi civarında imiş. Ormanlar ve dağlar arasında mükemmel bir şekilde yuvalanmış “Ponte delle torri” adı verilen antik Roma su kemeri, ortaçağdan kalma “Rocca Albornoziana” kalesi, antik anfi-tiyatrosu, benzersiz ortaçağ freskleriyle bezeli Katedrali ile, UNESCO listesindeki 4.yy’dan kalma “Basilica di San Salvatore”, Romanesk “Convento Parrocchia S. Ansano” gibi kilise ve dinî yapılarıyla ünlü bu kentin müzeleri de, güncel sanat etkinlikleri ve müzik festivali kadar ilgi çekiyor. MÖ 217’de Kartaca’lı general Hannibal’in saldırısına maruz kalmış bu antik Batı Roma kolonisi, imparatorluğun çöküşünden sonra ilkin Vizigotlar, ardından Bizans (Doğu Roma) egemenliğine girdiği, adeta yeniden inşa edilerek Ortaçağ başında Lombard krallığının güney dükalıklarından biri haline geldiği, “Guelfolar” ile “Ghibellinolar” arasındaki amansız mücadeleye sahne olup, şehri Papalık devletinin önemli bir merkezi haline getiren Kardinal Albornoz tarafından tekrar fethedildiği dramatik bir geçmişe sahip.

Spoleto’ya 10 km kadar uzakta, 800 mt yükseklikte yeralan ve yaprak dökmeyen meşe ağaçlarıyla yemyeşil uzanan, türlü kuşlar ve hayvanlara ev sahipliği yapan “Bosco Sacro di Monteluco” (Monteluco'nun Kutsal Ormanı), içinden geçen patikalardan ulaşılabilen “Convento S. Francesco” gibi ibadet ve inziva mekânlarıyla gerçek bir saklı cennet niteliğindeymiş. Bizim sadece 20 km ötesinde konaklamamıza rağmen burayı görememiş olmamızın, içimde bir yara olarak kaldığını söylemeliyim.


Spoleto’dan sonraki durağımız olan kuzey istikametindeki MONTEFALCO, civarında özel olarak yetiştirilen Sagrantino üzümlerini % 100’e varan oranlarda kullanarak ürettikleri DOCG sertifikalı “Montefalco Sagrantino Secco” ve “Montefalco Sagrantino Passito” isimli şaraplarıyla tanınan bir yerleşim. Çok kalın kabuklu sagrantino üzümünün meşe fıçılarda uzun uzun yıllandırılmasının sonucunda oldukça yoğun, tam gövdeli ve çok yüksek tanenli, saklamaya müsait ve benim damak zevkime çok uygun sek bir şarap olan “Secco” elde edilirken, tatlı şarabı olan “Passito” için üzümlerin çok uzun süreyle güneş altında kurutulması gerekiyormuş.

Şarap üretiminde kullanılan üzümü bakımından farklılık arzeden Montefalco bir yana, bölge genelinde üzüm bağlarının beşte birinden fazlasını oluşturan beyaz ve kırmızı Sangiovese üzümlerinin popülaritesinin, giderek arttığı belirtiliyor. Nitekim bölgenin DOCG kalitesindeki ikinci şarabı olan “Torgiano Rosso Riserva” ve DOC statüsündeki Riserva olmayanlarının üretiminde de Toskana’dan bildiğimiz bu üzüm kullanılıyormuş. Bölgede üretimin çoğunu oluşturan beyaz şarap yapımında öne çıkan diğer yöresel üzümler de Trebbiano ve Grechetto olarak sıralanıyor. Umbria’da muhtelif kasabalarda üretilen DOC apelasyonuna[4] tabi 11 şarap varken, bu yazının daha önceki bölümlerindeki dipnotta(3) bahsettiğim IGT’ye uygun düşen 6 şarap bildiriliyor.

Orta Çağ'dan kalma Montefalco’ya, Perugia'dan Spoleto'ya kadar uzanan nefis manzaralara hakim yüksek konumu nedeniyle “Umbria'nın seyir terası” da deniyor. Merkezî meydanı “Piazza del Comune”den aşağı arnavut kaldırımı taşlı sokakların şehrin muhtelif kapılarına indiği Montefalco'da mutlaka görülmesi gereken bir yer varsa eğer… o da hiç şüphesiz, günümüzde müze olarak hizmet veren, 1335-1585 yılları arasında “Order of Friars Minor” (Küçük Rahipler Tarikatı) olarak ta bilinen düzene bağlı keşişler tarafından Gotik tarzda inşa edilmiş "Fransisken Katolik kilisesi ve manastır kompleksi"dir. “Aziz Francesco’nun hayatından sahneler” olarak adlandırılan büyüleyici freskleriyle ünlenen, hristiyan alemi için büyük önem taşıyan eserlerin sergilendiği bir sanat galerisi ve şarap imalathanesiyle bir de mahzeni bulunan bu merkezin ötesinde, Montefalco kendinizi zaman tünelinde ortaçağa ışınlanmış gibi hissettirecek palazzolar, özellikle iç mekanları bakımından çekici kiliseler, revak ve avlularla gezilmeyi hak eden çok sevimli bir kasaba.


Montefalco’dan Assisi’ye giden 30 km.lik yol üzerinde kalan büyücek FOLIGNO şehri ve romantik SPELLO kasabasını da görme imkânımız olmadı maalesef. Bu arada, Dante’nin "İlahi Komedya" adlı kült eserinin ilk kez, şairin ölümünden 150 yıl sonra 1472 yılında Foligno’da basılmış olduğunu belirtmek isterim. Çevresel, kültürel ve sanatsal mirası nedeniyle "İtalya'nın En Güzel Köyleri" arasında yeralan Spello ise MÖ 1.yüzyıldan kalma önemli bir Roma yerleşimi. Topino nehri vadisinin ve Montefalco'dan Assisi'ye uzanan, 1212-13’de Aziz Francesco’nun üzerinde kuşlara vaaz verdiği ileri sürülen kayanın da bulunduğu coğrafyanın nefis manzarasının izlenebileceği… “Le Infiorate” (çiçekli halı) adı verilen geleneksel festivalinde çiçeklerin, balkon ve pencerelerini bezediği, yerlere halı gibi döşendiği dar ortaçağ sokaklarında bir gezintiyi hak eden bu kasabaya gitmek için en uygun zaman, Katolik yortusu (Corpus Domini:21 Mayıs-21 Haziran arası her yıl değişir) olabilir.


Gelelim bu gezinin odak noktalarından biri olan ASSISI’ye. Tarihî dokusu özenle korunmuş kentin eski şehir merkezi, şirin kafe ve şarap barları, sanat galerileriyle iç içe geçmiş müze, palazzo, çeşme ve muhteşem kiliseleriyle gerçekten son derece güzel bir yer.

Katolik hristiyanlar ve özellikle Fransisken tarikatı mensupları için, Aziz Francesco'nun hem doğum yeri, hem de mezarının bulunduğu yer olması nedeniyle çok önemli bir hac merkezi olan bu kentte görülmesi gereken ilk mekân hiç şüphe yok ki, 1228-53 döneminde inşa edilen ve 2000 yılında UNESCO listesine alınan “Basilica di San Francesco d'Assisi”dir. Şehre dışarıdan bakıldığında da heybetli bir görünüm arz eden bazilika, manastırı, kiliseleri, bahçeleri, meydanları ve Aziz Francis'in mezarına ev sahipliği yapan mahzeni, müzesi ve hazinesi ile etkileyici bir ibadet kompleksi niteliğinde. 1228’de Azizlik mertebesine erişiminden hemen sonra inşasına başlanan Romanesk tarzdaki “Basilica Inferiore”deki (Alt kilise) Roma ve Floransa ekollerine mensup ortaçağ sanatçılarının fresklerine ilaveten, 1230 ile 1253 yılları arasında inşa edilen Gotik “Basilica Superiore”nin (Yukarı Kilise) sade cephesiyle tezat teşkil eden muhteşem iç mekânında, İtalya'nın en ünlü sanat eserlerinden biri, St. Francis'in hayatından sahneleri betimleyen bir dizi fresk görülmeye değer.

Şehrin merkezi sayılabilecek “Piazza del Comune” meydanındaki, MÖ 1. yüzyıldan kalma “Roma Minerva Tapınağı”nın korunmuş cephesi ardında hizmet veren Barok “Santa Maria Sopra Minerva” kilisesi, hemen yanıbaşındaki “Torre del Popolo” ve Roma dönemi mezar kalıntılarının sergilendiği “Foro Romano e Museo Archeologico” kayda değer mekânlar olarak sayılabilir.

Yürüyerek kolaylıkla dolaşabileceğiniz tarihî şehir merkezi, adeta açık hava müzesi gibi ne tarafa dönseniz çarpıcı bir bina, çeşme, kilise, kule vb. ile karşılaştığınız, diğer taraftan yaban domuzu, siyah trüf mantarı, aromalı zeytinyağıyla pişirilmiş yöreye özgü makarnalar eşliğinde nefis yerel şarapları tadabileceğiniz restoranlar, kuyumcusundan deri işleyenine şık ve cazip dükkanlar, sanat galerileri ile dolu. Francesco’nun vaftiz edildiği Romanesk “La Cattedrale di San Rufino”, O’nun en önemli takipçilerinden “Azize Clare”in mezarının bulunduğu “Basilica di Santa Chiara”, Oratorio dei Pellegrini” ve “Chiesa Nuova” gibi kiliseler ile, merkezin hemen dışındaki 14. yüzyıldan kalma “Rocco Maggiore” kalesi de Assisi’de ziyarete değer diğer yerler.

Assisi’de, tarihî şehir merkezinin biraz dışında kalmakla birlikte ziyaret edilmesi önerilen birkaç mekân daha var. Bunlardan biri, Subasio Dağı'nın eteklerinde mağaralarıyla bilinen yemyeşil ormanın ortasında, 13.yy başından bu yana Francesco ve takipçisi keşişlerin sığınıp, tefekkür ve inzivaya çekildikleri bilinen “Eremo delle Carceri"[5], bir diğeri de yukarıda bahsi geçen rahibe “Azize Clare” etrafında toplanan dindar kesimin bilinen ilk ibadethanesi olan “San Damiano” manastırı.

Benim mutlaka ziyaret etmenizi tavsiye ettiğim yer ise, Assisi’li genç Francesco’nun dünyaya geliş nedenini keşfederek adıyla anılan hareketi başlattığı, ilk Fransisken topluluklarını ağırlayan müze niteliğindeki küçük ibadethane “Porziuncola” (9.yy) ve “Aziz Francis” olarak 3 Ekim 1226'da öldüğü belirtilen “Transito Şapeli” başta olmak üzere… gül bahçesi, zengin müzesi ve fresklerle süslü Barok şapelleriyle ünlenen görkemli “Santa Maria degli Angeli” bazilikası. Hristiyan alemi için çok önemli bir hac merkezi sayılan bu ibadethanenin, yukarıda saydığım kutsal mekân ve mücevher niteliğindeki dinî sanat eserlerini koruma altına almak adına, 1569-1679 yılları arasında inşa edildiği belirtiliyor.


Veda etmesi güç Assisi’den ayrıldıktan sonra, bizim gezmeye fırsatımız olmaksızın arabayla içinden geçmekle yetindiğimiz, antik surlarla çevrili bir tepenin üzerinde yeralan tarihî PERUGIA, 164 bin üzerindeki nüfusuyla bölgenin en büyük şehri, ekonomik merkezi olmanın ötesinde, en önemli sanat merkezi olarak ta nitelenebilir. Her yıl “Umbria Jazz” ve “Eurochocolate” festivallerine ev sahipliği yapan bu şehirde iki üniversite, bir Roma anfi-tiyatrosu ve termal banyolar da dahil olmak üzere Roma tarihi kalıntıları bulunuyor. “Rocca Paolina”, “Umbria Ulusal Müzesi” ve “San Pietro Bazilikası” gibi önemli katedral ve kiliseleriyle birlikte, şehrin turistik yapılarından bir kısmıyla çevrili bir meydan olan “Piazza IV Novembre”deki “Maggiore Çeşmesi” gibi eserler de barındıran şehir, kozmopolit yapısı ve renkli yaşamıyla Umbria’nın kalbi ve başkenti olarak nitelenmeyi hak ediyor.


Seyahatimizin Perugia’dan sonraki durağı, Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun İtalya’daki başkenti olan RAVENNA idi. İstanbul doğumlu önemli mimarlık tarihçisi Spiro Kostof’un, “Bizans’ı ve Hristiyanlığı, sanatının öyküsü ve mimarî süreçleriyle okuyabildiğimiz iki İstanbul vardır yeryüzünde; ikincisi Ravenna’dır” dediği şehir. Kuzey istikametinde 185 km ve 2.5 saat sonunda ulaştığımız Ravenna, yüzyıllardır İtalya’nın şimdi Emilia-Romagna olarak adlandırılan bölgesinin Adriyatik denizine açılan en önemli kapısı olarak niteleniyor.

Ravenna’nın dinî, kültürel ve sanatsal tarihi, Katolik mezhebinin hâkim olduğu İtalya için bir istisna teşkil ediyor. Ortodoks Doğu Roma imparatorluğu’nun (Bizans) önemli mirasına da ev sahibi olan kentte, benzerlerini gözbebeğimiz İstanbul’dan bildiğimiz onlarca mekân ve sanat eseri bulunuyor. Adeta bir açık hava müzesi vasfını taşıyan tarihî şehirde ziyaret edilmesi gereken yerlerin başında da, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki, “Basilica di San Vitale”, “Mausoleo di Galla Placidia”, “Battistero degli Ariani”, “Battistero Neoniano”, “Sant’Apollinare Nuovo”, “Cappella Arcivescovile di Sant'Andrea” ve “Mausoleo di Teodorico” gibi, işte bu Bizans atmosferini yaratan eserler geliyor.

Hristiyanlığın 2.yy da benimsenip 4.yy da bir piskoposluk haline gelen, MS 401'de İmparator Honorius’un Batı Roma İmparatorluğu'nun başkentini Milano'dan buraya taşımasından sonra değişen şehirde, 5.yy itibariyle yapımı hızlanan şaheser binalar, bazilikalar ve türbelerinin içlerini süsleyen mozaik eserler ve resimler, sadece İtalya değil, tüm dünya için olağanüstü bir önem taşıyor. Bulunduğu coğrafyanın pagan antik çağı ve Roma sanatıyla mozaiklerinin de izlerini taşıyan Bizans mozaikleri, erken dönem Hristiyan sanatı ve ikonografisinin mükemmel örneklerini oluşturuyor.

Kentin en çok turist çeken, ismini Aziz Vitalis'ten alan “San Vitale” bazilikasının yapımına 526 yılında başlanmış, Ayasofya’yı da inşa ettiren ünlü İmparator Justinianus döneminde 547’de bitirilmiş. Sanat tarihçilerinin belirttiğine göre, örneğine dünyada çok az rastlanabilecek bir “Pagan-Hristiyan melezi” sanat eseri niteliğindeki bu yapıda, pagan tanrılarından tutun, Eski ve Yeni Ahit'ten Habil ve Kabil, İshak ve İbrahim peygamberler gibi kutsal figürler, Kudüs ve Beytüllahim gibi kutsal mekânlar da resmedilmiş. Sade dış cephesiyle tam bir tezat teşkil edecek şekilde içi rengârenk bezenmiş bu kutsal mekânda, bugün Fatih Cami’nin altında yatan İmparator Justinianos ve eşi Teodora'nın da muhteşem mozaikleri bulunuyor. Renkleri ve atmosferiyle insanı büyüleyen bir diğer yapı, imparator Honorius’un kızkardeşi Galla Placidia için anıt mezar olarak yapımına başlansa da (426 civarı) imparatoriçenin Roma’da ölüp orada gömülmesi nedeniyle bugün o amaca hizmet edemeyen “Mausoleo di Galla Placidia”. Kubbenin ortasından tüm ihtişamıyla uzanan uçsuz bucaksız yıldızlı bir gökyüzü manzarasını olağanüstü bir renk uyumuyla çevreleyen resimlerde Hz. İsa’nın yaşamından kesitler sunuluyor.

Kentin Bizans mirasını oluşturan diğer kutsal mekânlardan “Battistero degli Ariani” ile en eski anıtlardan biri “Battistero Neoniano” havarileriyle birlikte Hz. İsa’nın vaftizini, “Sant’Apollinare Nuovo” ise şehit ve bakirelerin Hz. İsa ve Azize Meryem’e hediyeler sunmasını şahane mozaiklerle tasvir ediyor.

Ravenna’nın kültürel mirasında önemli payı olan diğer katedral ve kiliseleri, müzeleri, şehrin köşe başlarında karşınıza çıkan antik saray ve anıtları, bu büyüleyici kente hayranlık uyandırıyor. Dante’nin anıt mezarının da bulunduğu tarihî şehir merkezinde yürürken insan, yüzyıllar arasında geçiş yaptığını hissettiren bir maceranın içine çekiliyor.

Özetle, Ravenna’nın İtalya’da mutlaka görülmesi gereken şehirlerden biri olduğunu söylemeliyim.


Giderek daralan sınırlı zamanımızda, Ravenna’dan yola çıkarak 1 saat sonra ancak akşamüstü saatlerinde vardığımız, memlekete dönüş yolunda Milano’dan önceki son durağımız BOLOGNA’da, eski şehir merkezinde büyük bir tur attıktan sonra güzel bir akşam yemeğiyle yetinmek zorunda kaldık. İhtişamlı bina ve kültürel mekânlarını ancak dışarıdan görebildik. Esasen, tarihî bir Roma kasabasının yıkıntılarının üzerinde yükselen ve ortaçağ kenti görünümünü halen koruyan “Kızıl Kent” BOLOGNA, dünyanın tuğladan (+mermer) inşa edilen en büyük kilisesi olduğu belirtilen “Basilica di San Petronio", “Basilica di San Francesco”, kentin simgesi olan iki kulesi “Le due Torri: Garisenda e degli Asinelli” ve Avrupa’nın en eskisi olan Bolonya Üniversitesi’nin bulunduğu bir dünya kenti ve kanaatimce, aynen Floransa gibi apayrı bir gezi düzenlenmesini hak ediyor.

Evet, biz bu güzelim seyahatimizde... zeytinlikler, ayçiçeği tarlaları, servi ağaçlarıyla, göz alabildiğine uzanan yemyeşil üzüm bağlarının arasından, AZ değil… ÇOK gittik, UZ gittik. DERE TEPE DÜZ değil… yumuşak ve kıvrımlı dereleri, tepeleri DOLANDIK, İNDİK, ÇIKTIK ta gittik. Her zaman mutlulukla hatırlayacağımız çok keyifli bir yolculuk yaptık. Arnavut kaldırımı taşlı daracık yokuşlardan, görkemli meydanlara açıldık, kale, kule tepelerinden büyüleyici manzaralara baktık. Şahane kentlerin görkemli katedrallerini, pitoresk köylerdeki sadecik kiliseleri, dağ başlarında ormanlar içindeki manastırları gezdik, mütevazı kılıkları içinde Yaradan’ına sığınan din adamları/kadınları gördük. Makarnanın hasını, zeytinyağının âlâsını, peynirin ve işlenmiş etin envaî çeşidini yedik ama hepsinden önemlisi, tadı gerçekten damağımızda kalan enfes şaraplar tattık. Şarapla değil ama, bir zaman makinası marifetiyle yüzyıllar arasında gezindiğimiz izlenimini veren büyüleyici atmosferle çakır keyif olduk. Uzun lâfın kısası, biz bu şahane gezide çok ama çok mutlu olduk.

Sağlıcakla kalalım... Seyahatte kalalım dilerim.


Seçkin Bilgen Gültan - 02.02.2022


Bu gezinin ÇOK ama herşeyden ÇOK Fotoları için adres:


[1] Milano, Piacenza, Gropparello, Lucca, Pisa, Arezzo, Cortona, Siena, Floransa, Greve in Chianti, Radda in Chianti, Castellina in Chianti, San Gimignano, Castelnuovo Berardenga, Buonconvento, Montalcino, Pienza, Montepulciano, Perugia, Montefalco, Assisi, Spoleto, Ravenna, Bologna

[2] Leonardo da Vinci, Filippo Brunelleschi, Dante Alighieri, Michelangelo Buonarroti, Giovanni Boccaccio, Nicolò Machiavelli, Carlo Collodi vd…

1-“Vino da Tavola (VdT)”/Sofra Şarabı

2-“Indicazione geografica tipica (IGT)”/ Tipik Coğrafi İşaret (Mahreç işareti-PGI) 3-“Denominazione di origine controllata (DOC)”/ Kontrollü Menşe adı (PDO)

4-“Denominazione di origine controllata e garantita (DOCG)”/ Kontrollü ve Garantili Menşe adı (PDO)

[4] Apelasyon: Şarapta kalitenin sırrı, yöre şaraplarının özelliklerinin belirlenip isim haklarıyla denetim ve koruma altına alınması

[5] Latincesi İzole yerler/Hapishaneler anlamına gelen “Carceres”

196 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page