top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

HÜZÜNLÜ TRIESTE

Maceralı ve enfes Adriyatik seyahatimizin Slovenya ve Hırvatistan bölümünü yazdığım https://www.simplysi.net/post/slovenya-hirvati%CC%87stan adresindeki notlara, kaldığım yerden devam edeyim. Slovenya’nın Avrupa Birliği’ne üyeliği sayesinde hiçbir kontrolden geçmeksizin daldığımız İtalya’nın Trieste kentine bu yönden giriş hiç te cazip değildi. İlk bakışta gözünüzü dolduran limanıyla, Kocaeli’ni andıran bir sanayi ve taşımacılık şehrine geldiğinizi düşünüyorsunuz. Neyse ki, çevrenizdeki gemi, TIR, raylar ve konteynerlar kalabalığı ve karmaşasından viyadükler ve otoyollar sayesinde nihayet kurtulup, eski şehre vardığınızda “ Yahu nerden düştük buraya?” hissiniz azalıyor.



Trieste’de feci soğuk bir havada, arada bir ısınmak için verdiğimiz kahve molalarını saymazsak eğer, bir bütün günü yürüyerek geçirdik. Artık alıştığımız üzere, arabamızı şehir girişindeki park yerine terkeder etmez, ver elini şehrin en meşhur ve görkemli meydanı olan Piazza Dell’Unita D’Italia. Kim tutardı artık bizi?



Bu yaşlı ve mağrur kente yakışan puslu ve soğuk bir Kasım gününü, şimdi İtalya’ya bağlı olsa da, I. Dünya savaşı bitmeden evvel Habsburg hanedanın Adriyatik denizine açılan kapısı olduğunu kanıtlayan izlerini takip ederek geçirdik. Trieste çok sayıda dilin konuşulduğu kozmopolit bir şehir, liman şehirlerine özgü niteliklerin yanında bir dönemin edebî merkezi de olmuş ve Jaymes Joyce’a evsahipliği etmiş. Edebiyatın yanısıra, keyif verici ürünler bakımından kahve ve onun nakliyatı da bu şehir için çok önemli yer tutuyor.


İtiraf etmeliyim ki, Trieste beni çarpmadı. Anneciğimin gençliğinde bu şehre gelip, çok beğenmiş olması beni buraya taşıyan nedenlerin başında geliyordu, bir daha gitmek için herhangi bir nedenim ise, maalesef oluşmadı. Yine de, San Giusto tepesine doğru zorlu bir tırmanışta rastladığımız şehrin köhne yüzü, tepedeki katedral ve ortaçağdan kalma Kale ile, şehrin buradan görünümü ilginçti. Elindeki Itinerary’nin hakkını sonuna kadar veren Ali, tepeden aşağı inişte, daracık sokakları ve merdivenlerini kullanarak, şehrin tam da merkezinde yer alan anfi tiyatro dahil, görülmesi gereken her yeri, bütün o motosiklet ve vespa kalabalığına rağmen... tavaf etmemizi sağladı. Tekrar deniz seviyesine döndüğümüzde bizi bekleyen manzara ise, Noel nedeniyle alabildiğine süslenmekteki geniş bulvarlar ve bana İstanbul Beyoğlunu andıran yerleşimdi. Diğer bir deyişle, 19. yy dan kalma azametli taş bina cephelerindeki ayrıntılar, son modayı izleyen butikler, cazip kafelerde keyif çatan kuzey Avrupalı tipindeki insanlarla içiçe yaşayan meczup olarak nitelenebilecek sergüzeştçilerdi. Ve tabii, ortodokslarınki dahil kiliseler, denize dik olarak şehrin içine güzelim bir çizgi çeken Büyük Kanal ile üzerindeki köprülerden birinde ufacık, tefecik heykeli ile James Joyce.



Orta Avrupa’nın bütün önemli şehirlerinde birbirine benzer mimarîye sahip Opera binasının tam karşısındaki tarihi pasajdaki Cafe, öğle yemeğimizin mekânı oldu. Üstelik inanılmaz ama, dış cepheye hakim olan kapalı bölümünde ben sigaramı enfes bir kırmızı şarap (buranın aslında beyaz şarabı meşhur olsa da, ben tutucuyum napalım) eşliğinde tüttürebildim. Şehrin bir diğer enteresan bölümü, Yahudi Gettosu ve bina da, Avrupa’nın en büyük Sinagoguydu. Daracık sokak ve geçitlerine ışık sızdırmamacasına yükselen tüm binalar ve olanak tanıyan her köşe, Christmas nedeniyle (!/?) alabildiğine süslenmişti. Artık soğuk havanın da etkisiyle midir bilemedik ama, sokaklar oldukça tenhaydı. Gettoya komşu sayılabilecek ilginç bir bina da, Borsa binasıydı. Görkemli Piazza Dell’Unita D’Italia meydanını çevreleyen şehrin hükümet konağı, belediye vb. idarî merkez binalarındaki süsleme ayrıntıları ile mimarî detaylar da çok etkileyiciydi belirtmeliyim. Zaman darlığı yüzünden içine girme fırsatımız maalesef bulunmayan müzelerini de konu etmeden geçmemeliyim.



Giderek keskinleşen soğuk havada pilimiz artık tükenmek üzereyken veda ettiğimiz bu hüzünlü şehrin 7 km. kadar uzağındaki Miramare Kalesi ve Müzesini ise, içi dahil olmak üzere gezebildik. Habsburg hanedanından Arşidük Ferdinand Maximilian tarafından yaptırılmış olan bu yapı, bence gereğinden fazla gösterişli ve içi de abartılı bir zevksizlik örneği idi. Diğer taraftan, botanik düşkünü prensin sarayı çevreleyen devasa bahçede (orman ya da arazi diyelim) yarattıkları, gerçekten olağanüstü bir güzellik sunuyordu. Denizden yükselen bir kartal yuvasını andıran saraydan bakıldığında gün batımında ışıkları teker teker yanan hüzünlü şehir Trieste manzarası ise, tek kelimeyle MUHTEŞEMDİ.



20 bölgeden oluşan İtalya’nın “Friuli-Venezia Giulia” bölgesinin merkezi sayılan, İtalyan, Avusturyalı ve Slovenlerden ibaret 200 binin biraz üstünde yaşlı bir nüfusa sahip kenti Trieste’ye veda vakti gelmişti.


Miramare’den çıktığımızda, hava kararmış, şemsiyemizi ters çevirecek şiddette esen rüzgâr ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, bizi adeta esir almıştı. Son derece büyük bahçeyi cengâver gibi katedip arabamızı parkettiğimiz yere varana kadar epey bir mücadele ettik. Nihayet, arabanın içine kendimizi dar attığımızdaki mutluluğumu tarif edemem. Bu seyahatte sıkça başımıza gelen, o son derece SAHTE “Tamam, güvendeyiz işte tekrar” hissine yine ve yeniden kapıldık. Zira, o geceyi geçirmek için seçtiğim BLED Gölü’ndeki otele varana dek başımıza geleceklerden bihaberdik.



HAPPY GO LUCKY iki küçük çocuk gibi heyecanlı ve şen bir halde yola koyulduk.

En güneyden kuzeye katettiğimiz Slovenya’da BLED güzergâhındaki maceramızı (!) bilahare yazacağım. Malûm 2 günde henüz sadece iki mevsim yaşamıştık, yaz ve sonbahar. Bunun bir de kışı var ki... dillere ayrıca destan.

Gezinin devamını merak ediyorsanız...

Trieste fotolarına ulaşmak için ise...


Sağlıcakla... Seyahatte kalalım dilerim.

Seçkin Bilgen Gültan (SIMPLY Sİ)

19 Eylül 2012






47 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page