top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

“HAVUÇ VE SOPA” İLİŞKİSİNE YENİ İŞLEVSELCİ (NEO-FONKSİYONALİST) BİR YAKLAŞIM

Kuruluşundan bu yana, ulus-devlet yönetimlerinin siyasi öncelikleri, bu ülkelerdeki egemen kesimlerin de ekonomik çıkarları doğrultusunda, çoğunlukla kapalı kapılar arkasındaki pazarlıklarla ilerleyen Avrupa Birliği’nin Türkiye ile olan 42 yıllık ilişkisinin, “havuç ve sopa” politikası çerçevesinde şekillendiği, “sokaktaki vatandaş” dahil, artık herkes tarafından bilinmektedir. Nitekim, Türk kamuoyunun AB üyeliği lehinde verdiği destek, özellikle son dönemde ciddi oranda azalmıştır.

Romanya ve Bulgaristan’ın da resmen katılımıyla 2007’de, 27 üye ülkesi, 490 milyonluk nüfusu ve 10 trilyon € üzerindeki GSYİH’si ile dünyanın en büyük ekonomik gücü olan Avrupa Birliği, son “genişleme” dalgasının da önemli etkisiyle;

1- Giderek hantallaşan ve karmaşıklaşan yapı ve kurumları ile, karar alma mekanizmalarının etkin ve düzgün işleyişini garanti altına alacak kurumsal yapılanma ve reformun gerçekleştirilmesi,

2- Oluşumun meşruiyeti ve bağlantılı olarak AB’nin siyasi arenada küresel etkinliğinin güçlendirilmesi,

3- Siyasi birliğin temel taşı ve “derinleşme” bakımından en önemli aşamalardan biri olan ve 29 Ekim 2004’te imzalandığı halde Fransa ve Hollanda’daki referandumlarda reddedilen “Anayasa”nın yürürlüğe girmesi,

gibi dahili sorunlarının yanısıra, yasadışı işgücü göçünün ve sınır kaçakçılığının engellenmesi, enerji ve çevre güvenliğinin sağlanması gibi küresel bağlantısı bulunan sorunlarını ivedilikle çözmek zorundadır. Afganistan için vaadedilen taahhütlerin yerine getirilmesi, Afrika ile işbirliğine gidilmesi gibi özel nedenleri bulunan gündem maddelerinde ilerleme sağlanması gerekliliği de, işin cabasıdır. AB’nin bu çok boyutlu ve geniş etkinlik yelpazesi bir yana, mevcut yapı, Türkiye’nin tam üyeliği açısından irdelenirse; kurumlar ve karar alma mekanizmalarının işleyişini tarif eden ve yürürlükte olan Nice Anlaşması’nın, sadece 27 üyeyi kapsayacak şekilde düzenlenmiş olması nedeniyle, kurumsal, mali ve siyasi yapıyla ilgili yeni düzenlemeler yapılıp, reformlar tamamlanmadan evvel yeni bir genişlemeye gidilmesi zaten mümkün değildir. Diğer taraftan, AB yukarıda sayılan “derinleşme”ye yönelik çalışmaları yürütürken, “genişleme” bakımından da, başta Türkiye olmak üzere aday ülkelere karşı üstlendiği taahhütleri yerine getirmeme serbestisine, “ahde vefa”[1] ilkesi uyarınca sahip değildir. Genişlemeden sorumlu Bakan Ollie Rehn’in, 13 Aralık 2006’da Avrupa Parlamentosundaki konuşmasında belirttiği gibi, derinleşme ile genişleme arasında hassas bir denge kurulamaması halinde Birlik, kendi vatandaşlarındaki akıl karışıklığının ve aday ülkeler nezrinde de güvenirliğinin erozyona uğramasının devamına neden olacaktır. Bugün, birlik terminolojisindeki, “Hazmetme Kapasitesi” deyiminin yerine geçmek üzere ortaya atılan “Entegrasyon Kapasitesi”nden kastedilenin, Birlik kurumları, bütçe ve politikalar bakımından AB’nin stratejik çıkarlarının gözetilmesi olduğu söylenebilir. Bu arada belirtmek gerekir ki, entegrasyon kapasitesi, her şeyden evvel, işlevsel bir kavramdır ve Komisyon tarafından hazırlanacak “Etki Değerlendirme Raporları” (Impact Assessments) ışığında, aday ülkeler özelinde, diğer bir deyişle herbiri için FARKLI değerlendirilecektir. Benzer bir yaklaşımla, Avrupa Birliği Komisyonu tarafından 6 Ekim 2004 tarihinde yayınlanan “Etki Raporu”nda, Türkiye’nin üyeliği sonucunda bütçe transferlerinin 2025 yılında 22.1-33,5 milyar € arasında gerçekleşeceği tahmin edilmekte, ve Türkiye’nin 2025 yılında AB bütçesine katkısının 5.6 milyar € olacağı varsayılırsa üyeliğin AB’ne net maliyetinin 16.5 ile 27.9 milyar € düzeyinde olacağı belirtilmektedir. Rakamlar bir yana, bu çalışmanın en dikkat çekici yönü, Türkiye’nin tam üyeliğine ilişkin projeksiyonun, kimi iyimser çevrelerce öngörüldüğü üzere ikibin onlu seneler değil... 2025 senesi bazında yapılmış olmasıdır.

AB’nin genişleme politikasına dönecek olursak; Birliğin yürütme organı Komisyon tarafından 8 Kasım 2006’da yayınlanan ve Konsey tarafından kabul gören “Genişleme Stratejisi” belgesinde, aşağıdaki üç temel ilkeye (İngilizcelerinden hareketle “3C” -consolidation, conditionality, communication) vurgu yapılmaktadır;

1- “Taahhütlerin konsolidasyonu”: Mevcut taahhütlere sadık kalırken, herhangi bir yeni taahhüde girmek hususunda temkinli olunması,

2- “Koşulluluk”: Aday ülkenin üyeliğinin, titiz ve sıkı (rigorous) ancak adil (!) olduğu da iddia edilen bir yaklaşımla “kendine özgü” koşullarını, tümüyle yerine getirmesine bağlanması,

3- “İletişim”: Katılım sürecinde asli unsur olan “Demokratik meşruiyet”in güçlendirilmesi ve genişlemenin, vatandaşlar tarafından benimsemesi, içselleştirilmesinin hızlandırılması.

Sonuç olarak, entegrasyon kapasitesi derken, aday ülkelerin AB kriterlerini yerine getirmelerinin ötesinde, içinde bulunulan düzende AB kurumlarının etkin biçimde ve AB çıkarları doğrultusunda işleyişinin de sağlama alınmasının şart olduğunun altı, defalarca çizilmektedir.

Resmi belgelerde geçen, yukardakiler benzeri diplomatik ifadelerin satıraraları okunduğunda ise, ülkemiz kamuoyunca bilinmesinde fayda bulunan bazı gerçekler ve bağlantılı yorumlar aşağıda belirtilmektedir;

  1. Taahütlerin Konsolidasyonu: Her ne kadar, son genişlemenin olumlu sonuçlar verdiği rapor edilse de... gerçekten büyük ölçekli, son derece iddialı bir bütünleşme sürecinin son aşamasını, ancak 2007 itibariyle tamamlayacak olan AB’nin, AB-15 grubuna kıyasla daha az “gelişmiş” ülkelerin entegrasyonunun birliğe olan malhiyet/fayda analizini yapabilmesi, -özellikle sosyal ve ekonomik uyum bakımından- bu genişlemeyi tüm üyeleri ve tabii Birlik adına “başarılı” niteleyebilmesi için vakit, henüz erkendir. Nitekim, bu genişlemeden alınan bir ders olarak, yolsuzluk ve yasadışılıkla mücadelenin, katılım öncesi dönemde, “öncelikli” olarak çözülmesi gereken bir alan olduğunun anlaşıldığı belirtilmektedir. Avrupa Birliği’nin çok sayıdaki ve çok çeşitli alanlarda birbirlerinden önemli farklar arzeden aday ülkelerle yürüttüğü katılım müzakarelerinden edindiği deneyimlere rağmen, Türkiye’nin, gerek nüfusu, gerek halkının dini, kültürel ve toplumsal yapısı, gerekse de ekonomik, siyasi ve hatta askeri gücü itibariyle “büyük lokma” niteliği, AB’nin gözünü, açıkça korkutmaktadır. Bu gerçekten hareketle, Türkiye’ye verilen sözler, Türkiye hakkındaki raporlar ve hatta beyanatlardaki kelimelere dahi özel önem sarfedilmekte, özellikle her yıl sonundaki zirvelerin gündemini adeta işgal eden, “soğuk ve soğukkanlı Avrupa”da “Sıcak AKDENİZ’li ve ŞARK’lı bir heyecan dalgası” yaratan maddesi, “Türkiye’nin üyeliği” olmaktadır. 3 Ekim tarihinde resmen başladığı kabul edilen katılım müzakereleriyle bağlantılı olarak yayınlanan belgelerde, Türkiye’nin üyeliği, yine AB yetkililerinin ifadeleriyle “uzun geçiş süreleri, derogasyonlar, spesifik düzenlemeler veya kalıcı güvence hükümleri”ne bağlanmıştır. Hatta bununla da yetinilmemiş, Komisyonun, kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar ve tarım gibi alanlardaki önerilerinde bu ve benzeri kısıtlamalalara yer verilebileceği ve kişilerin serbest dolaşımının nihai olarak tesis edilmesine ilişkin karar süreçlerinde bireysel Üye Devletlerin azami rol oynamasına (diğer bir deyişle veto haklarını sonuna kadar kullanmalarına) izin verileceği açıkça belgelere geçirilmiştir. Neticede, açıkça bellidir ki.... AB’nin Türkiye’ye olan taahhütleri, diğer aday ülkelerinkilerine kıyasla zaten çok temkinlidir. Bunların da ötesinde, Avrupa Birliği’nin kuruluşundan bu tarafa üyelerine sağladığı ve aday ülkelerin birliğe uyumunun hızlandırılıp, kolaylaştırılmasının en önemli araçlarından olan “yapısal ve uyum fonları”ndan yapılacak kaynak aktarımlarında önemli ölçüde azalma vardır ve “tam üyelik” için katedilmesi gereken yolda, her bir genişleme sonrasında daha da zayıflayan bu destekler, Türkiye’nin üyeliği için, geçmişteki diğer tüm aday ülkelerinkiyle kıyaslanmayacak ölçüde düşük gerçekleşecektir.

  2. Koşulluluk: Avrupa Birliği kurumları, müzakere sürecinde aday ülkelerin müktesebata uyumunu, nesnel ve tüm ülkelere uygulanabilir önemli göstergeler ve kritik eşikler (benchmarks) temelinde izleme ve kontrol deneyimine sahiptir. Diğer taraftan, ekonomik, toplumsal ve siyasi bakımdan önemli farklılıklar gösteren aday ülkelerin, kendilerine özgü sorunları ve iç koşulları dendiğinde, Türkiye yine ister istemez öne çıkmaktadır. Komşuları Yunanistan ve Ermenistan ile olan anlaşmazlıklarının giderilmesi, müzakerelerin başlamasına koşut olarak imzalanan Kıbrıs ile ilgili Ek Protokol’ün gereklerinin tümüyle yerine getirilmesinin ötesinde, Türkiye’den, Kürt kökenli nüfusu ve azınlıklarına ilişkin olarak AB belgelerinde “sorunlu” nitelenen çok çeşitli alanda açılım sağlaması ve çözüm üretmesi beklenmektedir. Keza, Gümrük Birliği anlaşmasının gereği olduğu halde Türkiye tarafından uygulanmayan hükümlerin yerine getirilmesi gibi teknik sorunlar da söz konusudur. Burada altı çizilmesi gereken husus, geçtiğimiz yıl yayınlanan “Müzakere Çerçeve Belgesi”nde de açıkça belirtildiği üzere: “Katılım, Birlik sistemine ve kurumsal çerçevesine bağlı ve Birlik müktesebatı olarak bilinen hak ve yükümlülüklerin kabulü anlamına gelir. Türkiye katılım sırasında olduğu şekli ile bunları uygulamak zorunda olacaktır. Ayrıca, yasal uyumlulaştırmaya ilave olarak katılım müktesebatın zamanında ve etkin bir şekilde uygulanması anlamına da gelir. Müktesebat sürekli tekamül eder“ Bu ifade yalın biçimde yorumlanırsa eğer; Türkiye, tam üyelik hedefine kitlendiği takdirde... müktesebattan kaynaklanan tüm koşulların olduğu gibi benimsenip uygulandıklarını kanıtlarken, sürekli değişiklik gösteren (tekamül eden) müktesebatın yeni yükümlülüklerini de karşılamaya çabalayacaktır. Özetle, ilerleyen bir trenin peşinden koşarak O’nu yakalamaya ve içine atlamaya çalışacaktır. Üstelik bunu, -bir önceki paragraf hatırlanırsa eğer- diğer aday ülkelere nazaran çok daha kısıtlı bir destekle gerçekleştirmeye çalışacaktır.

  3. İletişim: Avrupa Birliği, Avrupa’nın “güçlü” ulus devletleri ve bu ülkelerde hüküm süren kesimlerin inisiyatifleri doğrultusunda gelişmiş, nihai hedef siyasi bütünleşme olmakla birlikte... ancak ekonomik bakımdan başarının sağlandığı “elitist” bir projedir ve hala halklara inememiş, Avrupa kamuoyu tarafından henüz içselleştirilememiştir. İşte bu nedenledir ki, 2006 Aralık zirvesinde vatandaşlarla olan iletişimin arttırılması ve güçlendirilmesi gerekliliği öne çıkmıştır. Bu bakımdan Türkiye açısından önemli olan, üyeliğinin, Fransa örneğinde olduğu gibi, referandum sonuçlarına bağlanması gibi gelişmelerdir. Yorumlamak, diğer bir deyişle açıkça ifade etmek gerekirse... Türkiye’nin üyeliği, eğer ve ola ki... AB kurumları tarafından yukarıda anılan diğer iki madde vasıtasıyla engellenemez ise... başvurulacak olan son madde işte budur ki... kesin çözüm getireceğine hiç şüphe olmaması gerekir...

Neticede, ekonomik bakımdan “DEV” ve fakat, siyaseten “CÜCE” olduğu bilinen bu oluşumun, üyeleri dışında kalan ülkeler ve diğer birliklerle olan ekonomik ilişkileri, son derece yoğun biçimde çok çeşitli alanlarda ve farklı koşullarda işbirliği çerçevesinde yürütülmektedir. Coğrafi bakımdan, “Daha Geniş Avrupa-Yeni Komşuluk” (Wider Europe-New Neighbourhood) adı altında geliştirilen strateji çerçevesinde; Rusya (bu ülke ile stratejik ortaklık girişimi de mevcut olup, Polonya’nın itirazlarına konudur), Ukrayna, Moldavya, Beyaz Rusya, Cezayir, Mısır, İsrail, Ürdün, Lübnan, Libya, Fas, Filistin Otoritesi, Suriye ve Tunus ile ilişkilerin güçlendirilmesi hedeflenmektedir. Sayılan ulus-devletlerin ötesinde, bölgesel bütünleşme örgütleriyle olan ilişkilerini de, herbiri kendine has koşullarla ve farklı temellerde götürme esnekliği gösteren Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkilerine, artık bizim de daha geniş bir perspektiften bakmamız, ezberimizden uzaklaşarak ve esnek bir yaklaşımla, B ve C planlarımızı geliştirmemizin vakti, çoktan gelmiş hatta geçmektedir. Net olarak ifade edersek eğer, yukarıdaki bölümlerde altı çizilen gerçekler ve çoğunluğunun Türkiye aleyhine olduğu aşikar gelişmelerle bağlantılı olarak; AB karşısında adeta “devlet politikamız” haline dönüşmüş olan ve “kör değneğini beller” gibi izlediğimiz yolu tekrar gözden geçirmemiz ve çağdaşlaşma ve refaha giden yolda... tam üyelik olmaksızın ve doğrudan ilintili olarak ulusal çıkarlarımızdan ödün, diğer bir deyişle gereksiz tavizler vermeksizin ilerlemenin çarelerine bakmanın zamanıdır.

Sözü bağlamak gerekirse, ki gerekiyor... Avrupa Birliği ile sürdürülen bu netameli ilişkiyi değerlendirirken yapılan en önemli hata, Birliğin aslında “tek bir vücut ve tek bir ses” olmadığını ve hele ki bu denli genişledikten sonra, asla da “yekpare” bir yapı olamayacağını unutmaktır. Bu yapı, özellikle siyaseten birbirlerine son derece gevşek biçimde bağlı, sadece ve sadece ulus-devletlerin örtüşen çıkarları doğrultusunda zaman zaman işbirliği etmekle yetindiği bir topluluktur. Nitekim, farklı konularda yine çok farklı ülkeler ittifak etmekte, bu gruplar bir diğer mesele temelinde derhal dağılıp, bambaşka oluşumlar ortaya çıkmaktadır. İşte tam da bu gerçeklik yüzünden, Birliğin Ortak Dış İşleri ve Güvenlik politikası, en zayıf kanadını oluşturmaktadır. İtiraf etmek gerekirse, aslında kurulduğundan bu yana, Almanya ve Fransa’nın dümeni bir türlü terketmek niyetinde olmadığı birlik içinde, diğer bir kanatta özellikle İngiltere’nin başı çektiği çok ciddi bir GÜÇ savaşı süregelmektedir. Bugün birliğin gündemindeki en “hassas” konulardan biri olan Türkiye’nin üyeliği üzerinden de verildiği aşikar olan bu Güç Savaşları, üyeliğimizle yakından uzaktan bağlantısı bulunmayan çok sayıda farklı çıkar uğruna daha yıllarca, ama Kıbrıs, ama (sözde) soykırım meselesi vb. konular alet edilerek devam edecektir.

Şunu daima hatırlamak gerekir ki; Avrupa Birliği için vazgeçilmez olan... Esasen ve yine kendi ifadeleri ile;

Türkiye’nin Avrupa yapılarına mümkün olan en güçlü bağla tam olarak demirlemesinin sağlanmasıdır.

Bu durumun tam üyelik gerçekleşmeksizin sağlanması ise... Şimdilik AB yetkililerince hayal edilenin tam da karşılığı gibi görünmekteyse de...

Aradan geçecek onca yıl sonunda... belki de bizim için, ülkemiz adına kurduğumuz hayallerin de ötesinde bir BAŞARI olacaktır.

Evet, bugün üzerinde ciddi olarak düşünmemiz gereken soru; Ülkemiz, insanoğlunun temel hak ve özgürlüklerine, düşüncelerine saygı, temiz çevre ve gıda, saydamlık, hesap verebilirlik ve doğaldır ki çağdaş yaşam koşulları bakımından Avrupa değerleri ve yapılarına sıkısıkıya bağlıyken, genç, eğitimli, dinamik ve girişimci nüfusumuzun sağlayacağı refahtan, bu ülke insanının adil biçimde faydalanabilmesi için ne yapılması gerektiğidir.

Kimbilir? Belki de bunun yolu, içini Angela Merkel’in değil de, bizim doldurmayı becerebileceğimiz bir “ayrıcalıklı ortaklık” tanımından geçmektedir.

Seçkin Bilgen Gültan - SBG

Nisan 2008

[1] Uluslararası hukukta, yüzyıllara varan bir geçmişi olan 'ahde vefa' ilkesi, bir devletin taraf olduğu bir uluslararası andlaşmanın hükümlerine iyi niyetle riayet etmesi kuralıdır.

1 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page