top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

BONJOUR TRISTESSE



ACIYOR Diye seslenmiş Turgut Uyar;

…. Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır. Sonbahar geldi hüzün, Kış geldi kara hüzün. Ey en akıllı kişisi dünyanın! Bazan yaz ortasında gündüzün, Sevgim acıyor, Kimi sevsem, Kim beni sevse.

Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle, Tarihe gömülen koca koca atlar, Tarihe gömülür o kadar. TURGUT UYAR

Günaydın Ekim, Gelme desem de gelecektin. Hoşgelmişsin. Sen de gidersin Başkası gelir ve ardından diğerleri aynı sırada, aynı düzende İçimiz acımayı sürdürür… Siz sürprizleriniz, maceralarınızı. Bu böyle sürer gider Kimimiz ardınızdan bakar… Kimimiz ise takılır ardınıza gider birlikte Seçkin Bilgen Gültan (SIMPLYSİ)


Son günlerde çok beğendiğim 3 kitap dinledim, artık kaderin cilvesi midir bilemem ama diyelim tesadüfen, üçü de aynı meseleyi dert edinmişti. “Bir başkasının hayatını yaşamak”. Yazarlarını yeni tanıdım bu kitaplarıyla. İlk iki kitabı aynı yazar “Matt Haig” yazmış. İlki “Gece Yarısı Kütüphanesi”, hayatının değersizliğine artık kanaat getirmiş genç bir kadının dilinden, yaşayabilecekken yaşa(ya)madığı diğer hayatların kurgulanması ve sorgulanması, ikincisi “İnsanlar” bir dünyalının yerine geçen bir uzaylının duyuları/algıları üzerinden “insan olma deneyimi”. Peşpeşe okunması yerinde iki kitap. Son kitabı biraz evvel bitirdim, “N. İpek Gökdel” yazmış, ne iyi etmiş ama. Dilinin duruluğu, zihninin berraklığı, kurgu ve hayal gücü, anlatımının zarafetine hayran oldum. Eser bu coğrafyada, yakın geçmişimizde “ikizinin yerine geçen bir insan”ın dilinden, sıcacık bir roman. Kitaplar hakkında daha fazla spoiler vermeyeceğim, okumanızı öneririm zira. Şu kadarını söyleyebilirim ki: Her üçü de insanoğlunun, yaşamı boyunca irdeleyip üzerinde düşündüğü, “Kim” olduğundan kaynaklanıp “biricik”liğine varan… özetle “varoluş mücadelesi” meselesine dair. Ve tabii ister istemez, ona sadece bir kez bahşedilen “HAYAT”ına.


Buradan hareketle biraz da kendimden havadis vereyim ilgilenirseniz, Eveeett geldik dayandık. Kanser tekrar ve gayet yaygın biçimde karın zarıma tekrar metastaz yapmış. Bu durumun Tıbbi adı: Peritoneal karsinomatozis “Peritoneal karsinomatozis daima ilerlemiş kanser hastalığının bir göstergesidir ve belirgin olarak azalmış yaşam beklentisi ile beraber seyreder. Peritonun tümöral tutulumu ciddi bir tıbbi tedavi sorunu oluşturmaktadır çünkü tedavisi zor hatta imkansızdır.” Diye yazıyor rastladığım ilk google sayfasında.

Artık geri dönülmez yola girdiğimi kabullenişimden midir? Yoksa o son kullandığım “Stivarga” adındaki siktiri boktan ilacı artık kullanmayacak olmamdan mıdır bilemedim ama kendimi zihinsel olarak gayet iyi hissediyorum. Bütün o yan etkilerin artık beni yıpratamayacak olmasını bilmek içimi ferahlatıyor. Peki ya ölüm yolculuğuna artık geri dönülmez biçimde çıkmış, “OTOYOLDAN ÖNCEKİ SON ÇIKIŞ”ı alamamış olmam gerçeğinin verdiği hisse ne demeli? Bakın işte o bakımdan, bir his değilse de… feci bir şey var orada. O da: Bilinemezlik. Yani önümdeki süreci biliyor olmamamın, benim gibi “her şeyi bilme merakında olan” birinde yarattığı KOCAMAN BİR KAYGI. Sahi ben ömrüm boyunca her hareketimi ve kararımı aynen bir satranç oyuncusu gibi her türlü karşı hamleye hazırlık sağlayacak esneklikte oyun kuranlardandım. Her türlü karşı atağa karşı çoktan gardını almış, ya da aldığını sanacak, buna inanacak kadar derinlemesine düşünerek hazırlanmış bir tip işte. Bütün hayatım bunun sayısız örnekleriyle doludur ve esasen itiraf etmeliyim ki bu halim başta çekirdek ailem olmak üzere en yakınlarım tarafından eleştirilmiştir. “Bu dünyada senin elinde olmayan şeyler de vardır ve senin onları bertaraf etmek ya da engellemek adına yapacak tek bir olanağın bile olmayabilir. Artık her şeyi anlamaya ve bilmeye çalışmaktan vazgeç ve hayatı geldiği gibi yaşa Allah aşkına !” derler. Esasen bu bana sürekli salık verileni becermek büyük başarıdır. Ne deniyordu şimdilerde? “Kendini akışa bırak!” mı? Yahu benim de kendimi, akışına hem de bütün mevcudiyetimle bıraktığım bir durum var tabii ve onun adı KENDİ ZİHNİM. Ben onun akışına çoktan kapılmışım ve son sürat akan bir nehre benzetebileceğim kesintisiz devinim halindeki zihnimin beni götürdüğü her yere gitmekten, hatta kimi zaman oradan oraya savrulmaktan kendimi alamıyorum ki zaten. Tabiri caizse eğer zihnimi susturup, durduramıyorum, ona hâkim olmaktan acizim. Nitekim hayatımda YOGA yapamadım, ya da transandantal meditasyon veyahut artık her ne diyorsanız o çeşidinden MEDİTASYON yapamadım. B E C E R E M İ Y O R U M !!! değil mi ama Neşe. Zihnimle başım ciddi biçimde dertte olduğundan, geceleri yattığımda düşünmeyi durduramıyor, oradan oraya atlayıp sıçramaktan uykuya dalamıyorum. Her gece uyku ilacı alarak ancak uyuyabiliyorum desem inanır mısınız? Üstüne üstlük… şu bence insanlık tarihinin en önemli mucizesi Internet’in günlük yaşantımıza girdiği ilk günden bu yana, ekranımın önünde o sayfadan bu web sitesine, şu kitaptan bu konuşmaya, Fuji yanardağından, Kuzguncuk semtine, Yahudilikten Pakradunilere, Bogomilikten Katharlara atlayıp, vaktin nasıl geçtiğini anlayamayan biri işte. Ve ertesi sabah işe gitmek, ya da gece boyunca en az 3-4 kez ağlayıp uyanarak onu pışpışlayacak annesini isteyen bebelerine bakmak zorunda olan biri diğer taraftan. Nihai kertede, İnsanın kendi yaşam ağacında yeşerip uzaması muhtemel her bir dalının (o her bir ince dalından dahi yeşerebilecek filizinin), farkına varan ve en önemsiz tek bir seçiminin/kararının dahi, kocaman bir vazgeçiş olduğunun belki de herkesten fazla bilincinde olan bendeniz; hayatımı, yukarda saydığım gerçeklerime yakınsayacak şekilde kurguladım ve işlerlik kazandırdım. Yolun yarısı addedilen (o zamanlar ömrümün yarısından fazlası olduğunu henüz bilmiyordum maalesef  bilsem daha erken harekete geçerdim) 35 yaşımda, illaki betimlemek gerekirse kocam dışında diğer herkes tarafından “ALL OF A SUDDEN” (birdenbire), benim için ise üzerinde nicedir kafa yorduktan sonra, boş bir A4 kağıda: “Gördüğüm lüzum üzerine işimden ve kurumunuzdan istifa ediyorum” diye çiziktirdiğim iki satırla, sabah 9 akşam 6 mesai düzeninde çalışmaya veda ettim. Bu fikrin ilk ortaya çıkışını merak ederseniz bence o tohum, en az 2 sene önce filiz vermişti içimde. Nitekim, “bir daha büyüdüğüne bizzat tanık olamayacağım, bebek ve çocuk hallerinin keyfini süremeyeceğim bir çocuk daha doğurmam” diyen bendeniz, değil mi ki… ilk kuzusunun (Güz Gültan) ne en tatlı, en püripak hallerinin çoğunu kaçırmış, ne ilkokula başlarken, ne de okuma bayramında, ne bale gösterisinde onun için anı niteliğinde olacak önemli hemen hiçbir zaman (sürekli seyahat halim nedeniyle) yanında olamamıştım, o ikinci şahane üretimime (Naz Gültan) asla kalkışmazdım. Özetle, Naz yeni doğmuş ve ben de kullanabileceğim bütün izinleri tamamlayıp işime döndükten sonra o sabah, beyaz boş A4’ü çekmeceden çıkarıp önüme koyduğumda aklımda tek bir anı vardı. Sadece birkaç gün önce, Bursa Raylı Sistemler Şantiyesinin mutfak olarak tasarlanmış bölümünde, Alev ile birlikte kendimizi kitlemiş otururken, biraz evvel bir motor vasıtasıyla bir tüpe doldurduğum sütümü, benden kilometrelerce uzakta muhtemelen kokumu arayan kuzuma vermek yerine… o boktan yerin lavobosuna dökmüş olduğum andı. Yeter mi? Bana yetti. Ömrüm boyunca üç mottom oldu. Onlara nasıl vardım bilmiyorum ya da hatırlamıyorum ama, eminim benim asla vazgeçemeyeceğim üzere olmuştur, yani damlaya damlaya, demlene demlene, VEEE SON BİR DAMLA YETER HERŞEYE, HER TÜRLÜ CESARETE. Mottolarımı merak ettiysenizi yazayım. 1- Bana olmaz deme! Ben yapmam deme! 2- Bana gelir 3- …. (merak ediyorsanız yazıyı sonuna kadar okumalısınız, ama katiyen oraya atlayıp bakmayın rica ederim) İşte yine “BANA GELDİ”. Zorlamaksızın sadece kendimi ve zihnimi dinleyerek, üzerinde saatlerce düşündükten sonra aslında. Bu “bana geliş” öncesi “bana (biz bir arkadaşa bakıp çıkıcaz ) uğramaları”, pek te dillendirmediğim için etrafımdakiler için bir parça sarsıcı olabiliyor onlar için “Bu da nerden çıktı yahu! Rahat mı battı? Sen kafayı mı yedin? Bak sonra çok pişman olursun. Eee nasıl olacakmış bakalım bu?” vs. vs. O kadar çok karşılaştım ki bu tip nidalarla. Vız gelip tırıs gitti hepsi. Aldığınız karardan siz emin olun yeter bence, başkalarını ikna etmek zorunda değilsiniz. Artık önünüze bakın ve ilerleyin. Tabii ben de kabul ederim ki, bu haller sadece kendi hayatını etkilemekle kalmıyor ve çevrenin düzenini de etkiliyor ama çevreni de, baştan buna adapte olabilecek insanlardan seçmeyi becerebilirsin, ya da katlanmayı göze alabileceklerden diyelim, kulağa kötü gelse de. O kadar da bencil bir pislik değilim yani yanlış anlaşılmak istemem. Sadece hayatımdan boş yere ödün vermekten hoşlanmam ve özgürlüğümden asla vazgeçmem. Bildiğim budur. Ama sanmayın ki bu bakımdan çok iddialı ve talepkârım, zira benim özgürlük tanımım, “İstediklerimi yapmaktan ziyade, istemediklerimi yapmamak” üzerinde şekillenmiştir. Misal, “aman ağam, aman paşam ne şahane işler yapıyorsun sen, ne çalışkan, ne de akıllısın, sen olmasan ne yapardık” gibi son derece dangalakça cümlelerin verdiği kesintisiz gazda şuurunu kaybedip, aslında yapmaktan hoşlanmadığı bir işi/mesleği sürdürmek, hem de neler pahasına. Daha da beteri, sevmediği bir insanla/insanlarla yaşamayı, beğenmediği ilişkileri sürdürmek, sevmediği bir mekânda tıkılıp kalmak, hitap etmeyen bir kitabı/filmi illa ki bitirmek, “aman kimseye ayıp olmasın şimdik ya” diyerekten ikiyüzlülük edip, insan ilişkilerinde sahici olmayan tavırlara tanıklık edip, bir de kendisi bunları takınmak. Sonuçta, çoğu defa ilişkide tarafların bu vaziyetin aslında farkında olmasına rağmen… kimileri beyaz da olsa yalan ve riya üzerine kurulu bu ilişkileri sürdürmek. İşte bütün bu saydığım haller, bana göre değil ve daha önemlisi ben bunun farkındayım ve kendime de çevreme de ilan ettim gitti çoktan. Aslında yine de… sanmayın ki bunları tam da istediğim üzere becerebildim bu yaşamda (özellikle şu AYIP meselesi), tabii ki yapamadıklarım ya da cesaret edemediklerim var aralarında, ya da öyle durumlarda ben de herkes gibi ikiyüzlü davranmak zorunda kalıyorum diyelim. Ama bunlar, benim tahammül eşiğimi zorlayan durumlar olmuyor. Ve birçoğumuz gibi benzer vaziyetlere katlanışımı olanaklı kılan da, muhtemelen benim davranışımdan etkilenecek insanların kim ve o insanlarla aramızdaki bağın ne olduğunda düğümleniyor. Sevgi gibi, şevkat gibi, insanlık gibi, acıma hissi gibi, ya da ne bileyim kıyamamak ama sanırım en önemlisi haksızlık edememek gibi. İçimde patlayıp köpüren dalgalarla, dış dünyadaki durum arasında bir denge kurmayı becerebilirsem eğer ne ÂLÂ… yoksa eşik aşıldı demektir kiiii bu da BENDEN SONRASI TUFAN. Dengeyi ne kadar koruyabileceğime gelirsek, işte o yukarda saydığım ilişkinin ya da bağın sürdürülebilirliğine dayalı, yani fonksiyonun çok değişkeni ve bilinmezi var, benle bitmiyor. İnsanca duygularımın sürdürülebiliyor olması formülünde yer alan önemli unsurlardan biri de, tabii benim içinde bulunduğum durum oluyor. Benim ne halde olduğum yani. Misal şimdiki durumum gibi, birkaç ay içinde muhtemelen ölmüş olacağınızı bilirken, içinizdeki dengeler için mücadele eder miydiniz yerimde siz olsaydınız? Tanıdığım çoğu insan ederdi hiç şüphesiz, güzel ve iyi hatırlanmak için, hatırlandığında gülümsetmek, iyi anılar bırakmak ya da ne bileyim en hafifinden ardından iyi konuşulsun, güzel anılsın diye. İtiraf ederim ki benim artık öyle bir derdim, ya da düşüncem yok. Bu yarı inziva kararını da bu halimi fark ettikten sonra aldım. Artık kimsenin benim hakkımda ne düşüneceği ya da beni nasıl hatırlayacağını açıkçası pek umursamıyorum. Aslında “kimsenin” demek yanlış oldu. Umursadıklarım var tabii ki ama onların da beni her neysem olduğum gibi dürüstçe ve kendilerine bile ikiyüzlülük etmeden hatırlamalarını isterim. Malum bir insanı sevmek için onun mükemmel olması gerekmiyor, ya da onu beğenmeniz. Hatta onun her halini sevmeniz de bir koşul değil, benim o kadar çok hem kızıp, köpürüp hem de sevdiğim dostum var ki. Ya da her halini beğendiğim halde, içimde ona dönük yoğun ya da değil, bir sevgi hissedemediğim başkaları. İnsanca hallerimiz işte. İçinde bulunduğum durumun bendeki tezahürü: ARTIK MERKEZ BENİM. Hallâc-ı Mansûr’un dediği üzere EN EL HAK bir bakıma. Tanrı ve dinler konusundaki görüşlerim, en azından yakınımdakiler, beni bizzat tanıyanlar tarafından malum. Ben, sahici ve samimi olmadığını düşündüğüm için AGNOSTİK filan değil, DEİSTim, ömrümün ilk 2 yılında okuduklarım neticesinde ATEİST olmaya karar vermiştim ama aynen babacığımın dediği gibi, “bu bakımdan iddialı olmak için henüz çok erken”di. Daha hiç bi bok yaşamamıştım ki. Başıma gelenler yüzünden sığınacak bir kucak, yakaracak, hatta isyan edip bağırıp çağıracak ölümsüz bir varlığa ihtiyacım hiç olmamıştı. Nitekim 18 yaşından sonra öyle şeyler yaşadım ki… o yaştaki bir insan yavrusunun başa çıkabileceği zorluklar sınıfından değillerdi. Bunlar arasında en önemlisi, hem baba hem de anneyi, peş peşe ve aylar, hatta yıllarca hastane odalarında süründükten sonra yitirmekle, bir başına yüzleşmek oldu. İnsanın böylesi acıları paylaştıkça azalmıyor maalesef, aynı acıyı başkalarının (örneğin kardeşinin Haluk Bilgen) ya da benzerini diğer yakınlarının da hissettiğini düşünmekle hafiflemiyor. Zira herkes acıyı ve kederi kendince yaşar, hiçbiri bir diğerine benzemez ya da derler ya… acılar yarıştırılmaz hiç şüphesiz. Ne mutlu ki, acılarımız aynı şiddetle sürdürmüyor varlığını, diğer bir deyişle artık çağlayarak akmıyor içimizde. Geçen zamanla birlikte yitip giden değerlilerimizi her hatırladığımızda gözümüzden gelen bir iki damla yaşla birlikte, naif bir gülümseme de yerleşiyor dudaklarımıza. Diğer taraftan yaşam devam ediyor ve çabalamadan var olmak mümkün değil. En azından bu galakside, bu gezegende değil malum. Özetle, son bir “Kara Delik”ken ÖLÜM… HAYAT, o kara deliğe varış yolculuğu, hatta serüveni… Bir “Meydan Okuma” esasen. İnsanın, yaşadıklarının kıymetini bilerek, yoldaki güzelliklerin farkına vararak ister sevinç, ister acı getirsin (ki emin olun hepsini getirecetir) kendi biriciğinin “hakkını layıkıyla vermesi” gereken. Atomlarınızla iletişim kurabilirseniz, ya da ne bileyim, nöronlarınıza laf geçirmeyi…, ölmemeyi becerebilirsiniz belki bilmiyorum. Bilinciniz, zihniniz ve bedeninizi doğru yönlendirmeyi becerip, normal ve hastalıklı hücrelerinizi kinestezik deneyimlerle fenomenolojik olarak, ya da ne bileyim başka yöntemlerle kontrol edebilir, etkiniz altına alabilirseniz ancak. Ya da bilim ve teknoloji birleşerek biz sıradan dünyalılara gerek kalmaksızın bunu bile becerir günün birinde ve cep telefonlarımızı açtığımızda aplikasyonu zaten yüklenmiş olarak hediye eder. Haaa eder de o zaman bu zavallı dünyacığın hali nice olur. O bambaşka bir tartışma konusu hiç girmeyeyim. Ben “amannn ha!!! Sakın o la ki!“ derim de… kendi izahatımı size aktarmaya kalan vaktim yetmez. Kim bilir belki de insan öldüğünde, zaten… Yaşamanın, en azından haksız, acımasız ve hiç te adil olmayan bir mücadele gerektirmeyeceği bir gezegene, yıldıza ya da başka bir galaksiye ışınlanıyordur, bedenine üflenen, “ilk” aldığı nefesi, “sonuncu” olarak verdiğinde. Bambaşka bir âlemde yeniden, bir daha hiç ölmemecesine doğuyordur, burada yaşadıklarının hiç te benzeri olmayan bir düzende. Yani “ölmesinin, kalmasından çok daha iyi olmayacağı” bir düzende yeniden. Çocukların açlıkla sınanmadığı, nüfus patlamasının ve ağzına sıçtığım Harsh Kapitalizmin yarattığı çaresizliklerin beraberinde taşıdığı, gözüdönmüş hırs, kıskançlık, öfke, şiddet ve nefret sarmalının açtığı onulmaz yaraları bulunmayan, temiz su, temiz hava, temiz gıda, doğru bilgi, tatmin edici eğitim, onulmaz acılar çektirmeyecek denli sağlıklı, saygın, haysiyeti ve itibarı olan, özetle “insana yaraşan bir yaşam” yani. (Benim tek bildiğim ve önemsediğim bu da :)) Bu da bir yepyeni bir macera, hem de epey çok ihtimali içinde barındıran şahane bir deneyim olmaz mı? Üstelik ben adrenalin meraklısıyımdır ve başıma geleceklerin içinde tehlike barındırmalarını severim. İş, sizin hayal gücü perspektifinizin ne kadar geniş olabildiğine bakar. Bugünden hayal kurmaya başlayabilirim ben de. Burada sıkıntı, bu dünyada sevdiklerini tekrar görüp, duyamayacak, kokularını alamayacak, dokunamayacak, onlara sarılmanın büyüsünü tekrar hissedemeyecek olmanda. Hadisenin bu yönünü düşünmeyi engellemekte fayda var. BUGÜNden itibaren… benim hep yaptığım gibi, “DÜNde takılı kalıp düşünmek” değil… onun yerine “YARINı hayal etmek” gerekiyor artık. Aslında şimdilerde tek derdim, geçmişteki güzel anları yad etmekte pek mahir bendenizin, onları ve diğer bana “Gracias a la vida!” “teşekkür ederim hayat!” dedirten tüm güzelliklerle ve tabii insanlarla “lâyıkınca” vedalaşmayı başarmak. Ve aslında buna vaktim de oldu epeydir kimileriyle çoktan vedalaştım bile zihnimde. 5 yılı aşkındır kanserim ve ondan beridir bu gerçek ışığında bakarken her şeye: öyle bakış açıları geliştirdim, öyle nesnel analizler yapıp, yargılamayan sentezlere vardım ki… duysanız aklınız şaşar. Bunlar bende saklı. Neyse geçelim. Ben kanser olduktan sonra, o kadar çok insan ve kimisi gerçekten “her bakımdan güzel insan” veda etti ki yaşama ve tüm sevdiklerine… Üstelik vedalaşmak için vakitleri de olmadı birçoğunun, aniden yitip gidiverdiler. Buna fırsatları dahi olmadı. Hep derim, ani ölüm giden için iyi de ya geride kalanlar? Onlar için asıl zor işte. Ama bir yandan da, her ne oluyorsa O OLAN var ya… aslında gidene olur bilirsiniz kalanlara değil. O giden için ise… Büyük ozanın dediği gibi: “Yüreğinin enfarktından” mı? Yoksa son sevdiği Vera’sının başına geldiği üzere, “Kanserle cebelleşerek” mi gitmek evlâdır? Diye sorarsak; Dedim ya… bana kalırsa GİDEN için, ozan gibi “yürekten gitmek”, KALANlar içinse… “kanserden kaybetmek” kolay olsa gerek. Alıştıra alıştıra (bıktıra bıktıra demedim bakın, sahi bıkılır mı acaba? Ben anneciğimi ve babacığımı yavaş yavaş kaybederken o fikri kabullenememiştim ki alışayım…. Bıktırmak ne kelime!) Her neyse, şu ya da bu şekilde hepimiz öleceğiz zaten, yeter ki evlâtların gencecik canların henüz hiçbir şey tatmamış kuzuların başına gelmesin ölüm. Belli bir yaştan sonra zaten ne olacağımız meçhul hepimizin. İnsanoğlu teknolojik olarak bir halt becerecekse eğer, o, insan ömrünü uzatmak değil, acıları dindirmenin yolunu bulmak olsun. Yoksa kadidi çıkmadan, hala nefes alıp verirken pörsüyüp çürümeden, insan müsveddesine dönüşmeden evvel gitmek lazım zaten. Hatıralarda kalan son görünümü hala bütüncül, hala güzel ve hayat dolu olmalı, gözlerinin feri sönmeden ölmenin yolunu bulmalı insanoğlu ve hepsinden önemlisi acılar çekmeden. Önümdeki sürecin bende yarattığı en büyük korku ve endişe kaynağı acı çekecek olmam ihtimalinden kaynaklanıyor. Bunu katiyetle istemiyorum ama kimin umrunda! Yoksa benim gibi meraklı biri için, ölmek deneyimi değil ürkütücü olan. Sevgi dolu, iyi yürekli, duyarlı, akıllı, vicdan sahibi, onlara her baktığımda gurur ve kıvanç duyduğum güzelim kuzularım artık büyüdü. Kanımdan olmayıp ta.. Caanıımmın taaa içi olmayı beceren, İnsanın içini ısıtan bakışı, Her daim güven veren dik duruşu, Rafine zihni, Ama hepsinden önemlisi nadide bir mücevher kadar kıymetli dürüst ve namuslu yüreği, Olağanüstü içgüdüleri, çelik iradesi ve tertemiz sevgisiyle Benim bir parça deli yüreğim ve hareketli yaşantımın tam da merkezinde Bilge bir Kızılderili reisi gibi oturup, bana daima doğru yolu gösteren hayat yoldaşım, İyi günde… kötü günde, hastalıkta sağlıkta, her daim, ilk günden bu yana beni asla yalnız hissettirmeyen, ALİ’si ile… Acısıyla tatlısıyla, dile kolay ama resmen 38, gayrî resmen 44 (yani dörtdörtlük) senemi paylaştım. O’nu var eden, benim için de son derece kıymetli anneciği ve babacığını tanıma, yaşama onuruna sahip oldum. Birlikte geçirdiğim seneler az sayıda da olsalar, bana şahane anılar, tarifsiz duygular yaşatan “İyi ki onların kızıydım” dedirten anammmm ve babammm. Kök ailem ve onlardan süregelen nesiller, başta yaşantımdaki en naif ve sevgi dolu varlıklardan biri olan kıymetlim ağabeyim Haluk Bilgen, çoğunu yitirdiğim büyüklerim, kuzenlerim, oğullarım saydığım yeğenlerimle nice harikulade anlar paylaştım. “Ben aşkı : hürmet, muhabbet, sadakat, diye anlarım” diyen benim büyük ozan Nazım’ın tarif ettiği üzere, insan hayatında kimi durumlarda aileden, akrabadan öteye geçen, varlıklarıyla sevgi, şefkat, saygı, muhabbet yaratan CAN DOST’larımla birlikte;

"Ben bir yolculuk yaptım, ayışığında, günışığında, yağmurun ışığında, dört mevsimle ve bütün zamanlarla birlikte, böceklerle, otlarla, yıldızlarla birlikte ve en namuslu insanlarıyla yeryüzünün, yani bir keman gibi şefkatli, henüz konuşamayan bir çocuk gibi merhametsiz, henüz konuşamayan bir çocuk gibi cesur, yani bir kuş kolaylığıyla ölmeye de bin yıl yaşamaya da hazır..." NAZIM HİKMET RAN Son söz olarak, benim naçizane tavsiyem, Camus’unun önerdiği üzere, hayatınıza anlam yükleyip, onu anlamaya çalışmayın, yaşayın yeter. Kendi dilediğinizce, onun efendisi olun, varoluşunuz sizin için bir değer taşısın kâfidir. Haa bir de 3. Mottom vardı di mi öncesinde yazmadığım. KENDİNİZE AYIP ETMEYİN e mi? Özetle aşağıdaki şahane şiirin hakkını verin. Sağlıcakla…

Seçkin Bilgen Gültan (SBG - SIMPLYSİ) / 1 EKİM 2023 ANKARA


BAZEN Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan, Güneş kucağındadır, bilemezsin. Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür, Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın. Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın. Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

William Shakespeare



208 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page