top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

İKİ BELGESEL ÜZERİNE ESKİ Mİ ESKİ… BİR YAZI


Birinci belgeselin odak noktası, Nil nehrinin kaynağı, dünyanın 2. büyük gölü olan Viktorya gölü güneyindeki Tanzanya’nın 2. büyük yerleşkesi Mwanda idi. 1995’te 420 bin olan nüfusunun 2011’de 1.4 milyon olacağı tahmin ediliyor.


Günde beyaz ırktan 2 milyon insan, boyu 2 mt., ağırlığı 200 kg.’a kadar çıkabilen Nil Levreğinin, kimbilir nasıl da leziz (!) o beyaz etinin sadece bir parçasının tadına bakabilsin diye olsa gerek… yaşanıyor işte bu belgelenenler.


Bu göldeki varlığına ilk defa 1960’ta rastlanan bu dev yaratığın, hali hazırda dünyanın en zararlı varlığı (insanoğlundan sonra gelse gerek…) olduğu ileri sürülüyor. Nitekim, o tarihten bu yana sadece Viktorya gölünde tam 200 cins canlıyı ortadan kaldırmış, ne acıdır ki, kendi yavrularını dahi yediği rivayet olunuyor.

Anlaşılan o ki, birileri bu canavarı bu sulara salmış ve önü alınamıyor artık. Belgesel, işte tam da bu belânın üzerine kurulan endustri (fabrikalar nasıl da hijyenik, nasıl da çağdaş inanılır gibi değil, sanki tam da kapının dışında belgelenen trajediler -birazdan değineceğim- orada yaşanmıyor) sayesinde YAŞAYANLAR (bence tam tersi ÖLENLER) üzerine kurulu.


AIDS’in kol gezdiği, ona yakalanmayanların ise bu dev balığı yakalamak üzere timsahlarla dolu göle dalıp, en hafifinden bacağını yitirdiği bu yemyeşil ama maalesef karanlık memlekette, artık herkes balıkçı, zira pirinç yetiştirecek kadar yağmur yağmıyor nicedir. Üstelik ne acıdır ki… Söyleşilen yerlilerin çoğu hiç te şikayetçi değil. Bu tesisler kurulalı beri Dünya Vatandaşı oldum -günde sadece 1 $ kazansalar da, kadınlarin çoğu 10 $’a fahişelik etseler de-, karnımı doyurabiliyorum ya… diyor.


Bir diğer sahnede, hep bir ağızdan şarkı söylüyorlar “I Love Tanzania” NE GAM?

Hıristiyanlastırılmış bölgedeki dangalak oğlu dangalak rahip itiraf ediyor. “AIDS’ten korunsunlar diye prezervatif kullanın diyemem, dînen yanlış olur!

Bölgedeki en ufak bir köyde ayda en az 10-15 insan AIDS’ten oluyor, NE ÇARE? Ne doktor var, ne dispanser. Slogan benimsenmiş LAW OF THE JUNGLE. Diğer taraftan, millete yalnız değilsiniz mesajı veriliyor. ISA sizleri seviyor, O geldiğinde herşey değişecek vaazları avaz avaz meydanlarda.

Toplu film gösterilerinde Hz. ISA kılıklı bir adem, yerlilerle aynı boktan kayıkta (yarısı suda olduğu halde nasıl batmıyor anlaşılır gibi değil ya…) BALIĞI tutuyor. Ne diyebilirim ki… Kahretsin belki…


Sonra her ne nedenle ise bilemedim ama Amonyak gazı büyük sorun. Kimi işçiler gözlerini yitirmiş, giysiyle örtüyorlar, kimseye ayıp olmasın diye.. Onlara ayıp edenlere ne demeli ya? Avrupa ve Japonya’ya ihraç edilemeyen balık leşleri (kısımları) iğrenç şartlarda yerlilere geri dönüyor. Biryerlere asıp kurusunu mu yerler pek anlaşılır değil ama gerçek bir iğrençlik mevzu bahis. Hani bakılamaz cinsten derken biz kuzeyliler, güney bunlarla karnını doyuruyor. Neredeyse yarısının bacağı kopmuş bebeler mücadele ediyor birbirleriyle. Bununla da kalmıyor. Bu yaratık ihraç edilirken kullanılan naylon ambalajları biriktiriyor sokak cocukları ve onları yakıp kokuyu içlerine çekiyorlar, bir nevi uyuşturucu. Sonrası hiçkimsece malum değil, tecavüz hak getire.


Yine NE GAM? Ya da kimin umurunda? Onlar günde 1$ karşılığında dünya vatandaşılar ya… Sen nelere kadirmişsin be küreselleşme?Geleyim işin bir başka, ama cok çarpıcı diğer boyutuna. Bu bölgedeki 2 milyon aç insan için, BM vs. 17 milyon $ (para mıdır bu Tanrı aşkına?) yardım talebi oluyor. Hükümet ise inatçi, AÇLIK YOK diyor. 1999’dan beri bu bölgeden Nil Levreği ithalatı yapan AB komisyonu yetkilileri gelip toplantı yapıyor: AFERİN size, nasıl da temiz, hijyenik tesisleriniz var, böyle devam edin, biz de sizden Nil Levreği almaya devam edeceğiz, isbirliğimiz Tanzanyalı başarılı girişimcilere bağlı diyerekten söz veriyor. Bununla da kalmıyor, - bu başarıdan ötürü olsa gerek… 45 mio. şilingi bağışlayıveriyor.


Sesi pek te cılız çıkan çevreciler dayanamayıp, AMMMA.. ekolojik denge bozuldu, 210 canlı türü yok oldu yahu! diyecekken, cengaver bir Tanzanyalı girişimci atlayıveriyor. SUSUN be! Biraz da iyi gelişmelerden söz edin, bizden mal almaya devam etsin kuzey yarım küre diyiveriyor. Ciddi bir toplantıda… pek de ciddi kravatlı adamlar gülüşüp eğleniyor. Sen sağ, ben selâmet. Çevreciler susuyor, Sömürüye ise devam.

Evet sömürü dedim. İşte tam da bu topraklarda, yy lardır alışageldiğimiz üzere, Afrikalılar, batının -şimdilerde kuzey yarım kürenin- köleliğine devam ediyor. Değişen ise ne mi? Parçalanan doğu bloku var ya… İşte onlar da artık bu işin hammallığını (teknik tabirle nakliyesini) yapıyor.


Bölgeye gelen (gelirken neler getirdikleri ayrı bir tartışma konusu, Afrika’daki iç savaşları körükleyen kaçak silahlar diyeyim şimdilik… siz üzerinde düşüne durun) ve giderken Nil Levreği götürenler eski doğu bloku ülkeleri. Başta Ukrayna ve Rus uçak ve pilotları. Belgeselde önce hepsi almaza yattılar. Gelirken birşeyler getirdiydik ama neydi bilmiyorum vs.

Sonunda ise bir tanesi ADAM cıktı ve dedi ki. Ben buraya, sadece buraya değil, oraya buraya, Kabil’e vs.. 1993’ten beri gelip gidiyorum, en son defa da silah getirdiydim, donuşte Johannesburg’a uğradım, oradan da üzüm alıp Avrupa’ya döndüm. Bir arkadaşım dedi ki; Bu noelde Angolalı çocuklar silah, Avrupalılar ise Johannesburg’tan getirdiğin üzümleri aldı öyle mi? Dünyada cok ana var ve hepsi cocuklarının üstüne titriyor, ben onlara nasıl yardım edebileceğimi ise bilmiyorum.

Son nokta; Bu belgesel Oscar’da belgesel kategorisinde aday. Dikkatimi çeken ne mi? Kuzey yarımküre sanki sadece Avrupa’dan ibaretmisçesine ABD’den hiç bahis geçmiyor.


Not: Bölgedeki uyanık Tanzanyalı girişimcinin fabrikasında kuyruğu oynayıp duran Nil Levreği şeklindeki radyosunda calan sarkı ne mi? DON’T WORRY BE HAPPY….


İkinci belgesele dönecek olursam;

Darwin’in Kâbusu belgeselini, Viktorya gölü kıyısında benzer bir yerleşke olan Katosi (Uganda) halkına izletip görüşlerini dokümanter film yapmışlar. Aynı balık işiyle (fish business) uğraşsalar da, buranın şartları Mwanda ile karşılastırılırsa görece iyi. Anlaşılan o ki, buradakilerin sorunlarından biri, henüz büyümemiş balıkları avlamaktan dolayı, kökünün kuruyacağı endişesi. Belgeseli seyrettikten sonra Nil Levreği yüzünden asıl diğer balık çeşitlerinin kökünün kurumakta olduğunu da idrak ediyor ve geleneksel tarımın da boşlanmaması gerektiğini düşünüyorlar. AIDS, fuhuş, yetim cocukların durumu vb. cok ciddi diğer sorunları da ister istemez hatırlıyorlar ve dile getiriyorlar.

İşin enteresan tarafı, bu belgesele emeği geçen Katosi Women Fishing and Development Association’un esas kuruluş sebebi, bazı kaynaklara göre, balıkçılık sektöründeki erkek egemen yapıya karşı mücadele etmekmiş. Neticede problemin kadın olmaktan değil de, giderek daha fazla sömürüye uğrayan dünya vatandaşı olmaktan gectiğini anlamışlar ya. Bu da bir şeydir ve örgütlenmeleri de işe yaramış ve hala da yarıyor bence.


Filmin baş kısmında halk ile yapılan röportajları dinleyince, insanın aklına bizim memleket geliyor. Düşündüm de, Karadeniz köylerinden birinde yapılsaydı bu görüşmeler, kadınıyla erkeği ile, bu yanıtlar ve yorumlar alınabilir miydi diye? Ne yazık ki sanmıyorum. (Henüz o denli sömürülmediğimiz için olabilir mi?)

Her neyse, filmin son bölümünde, yukarıdaki birliğin temsilcisi kadının görüşleri dikkate değer. Çizginin altında kalan dersek;

Eğitim ve Fon eksikliği, giderek düşen yaşam standartları sonucunda kendi bindiği dalı kesme eğilimi ve malum Vicious Powerty Cycle.


Sağlıcakla..


Seçkin Bilgen Gültan -SBG

20 Kasım 2005

18 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page