top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

CANIM İNSANLAR! SONUNDA BANA BUNU DA YAPTINIZ

43 yaşında vefat eden Oğuz Atay’ın 44. ölüm yıldönümüne dair bir sayfada toparlanması gereken bir anma yazısı yazmam mevzu bahis olduğunda, önce çekindiğimi belirtmek isterim zira Türk edebiyatının bu “sıra dışı” yazarı ve onun eserleri hakkında kısa bir tanıtım yazısı yazmak gerçekten zor iştir. Nitekim aşağıdaki yazıda hedefim, sadece O’nu hatırlamanıza ve merak etmenize neden olmaktan ibarettir.

Yaklaşık 10 yıl süren yazma serüvenine, bir tanesi natamam 4 Roman, 8 Öykü, 1 Oyun ve otobiyografik bilgilerden ziyade, yazma edimine dair notlarını kaydettiği 1 Günlük sığdıran Oğuz Atay, hiç kuşkusuz Türk Edebiyatında çığır açan büyük bir edebiyatçıdır.

Geç keşfedilen, yaşadığı dönemde kıymeti anlaşılamayan yazar, olağanüstü bir hafıza ve parlak zekâ içeren beyninde oluşan iki tümörün varlığından haberdar… diğer bir deyişle “geleceğinin elinden alındığının” farkındayken tamamladığı son öyküsü “Demiryolu Hikayecileri”nde okuruna son kez şöyle seslenir:

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”


1934 doğumlu Oğuz Atay, Cumhuriyet aydını sayılabilecek bir anne babadan olmuş, birincilikle mezun olduğu TED Ankara Koleji’nde ve esasen babasının ısrarıyla seçtiği İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği’nde okumuştur. Çok ta sağlıklı geçmediği anlaşılan çocukluk ve gençlik yıllarında, içine dönük, mütemadiyen okuyan, fiziksel eylemden çok zihinsel faaliyetleriyle dikkat çeken, çevresinin “çok akıllı ve özel” olduğunu düşündüğü biridir. Öğrenme tutkusunun hakkını veren muazzam belleği sayesinde ayrıntılar üzerinde özenle duran yazarın ilgi alanları, tiyatrodan atletizme çeşitlilik arzeder. Mizah duygusu öne çıkan Atay’ın kişiliğinin gelişiminde, öğretmen olan annesinin etkisi önemlidir. Geleceğe dönük ümitleri, ülkü ve hedefleri olan, Anadolu kökenli bir cumhuriyet aydını olan babasıyla ilişkisi ise; “Apollon-Diyonisos karşıtlığı” olarak ifade edilebileceğimiz, “Akılcı pragmatizmin karşısında konumlanan özgür sanatsal yaratıcılık” bağlamında karmaşıktır. (BABAMA MEKTUP öyküsü).


Kişilik özellikleri bakımından, son derece dürüst, kimi zaman patavatsızlığa varacak denli saydam, idealist ve naif biri olan Atay’ın aynı içtenliği bulamadığı arkadaşlarıyla ilişkilerini, duyarlı ve hatta kırılgan yapısıyla sürdürmediği bilinmektedir.


Gençlik yıllarında merak sardığı Marxizmi değme solculardan daha iyi bilen bir entelektüel olarak niteleyebileceğimiz Atay, PAZAR POSTASI dergisine yazdığı yıllarda, bireysel düzlemden yola çıkan bir Marksizm anlayışını benimser ve kolektivist hareketin kilidinde “birey”in bulunduğunu ileri süren, “NE YAPMALI” başlıklı el yazması bir kitapçık bile düzenler. Diğer taraftan, sanat ve ideolojinin birbirinden farklı alanlar olduğunun da bilincindedir. Dünya görüşü olan sosyalizmin, en insancıl ve adil toplumsal sistem olduğuna dair bir şüphesi bulunmayan Oğuz Atay’ın meselesi aslında, ülkede sosyalizmi yaşama geçirme iddiasındaki “aydın” kesimin yetersizlikleri ve kişilik sorunlarına dairdir. İlerleyen yıllarda aynı “sol görüşlü aydın takım” tarafından yarıda bırakılan OLAYLAR dergisi deneyimi, onlara olan güvenini tümüyle yitirmesine neden olur. O’nu anlamak adına mutlaka okunması gereken GÜNLÜK'üne "Bunlar ‘çürüyen et, dökülen diş” gibidirler." diye yazar ve onlarla hesaplaşmaya, tamamlayamadan öldüğü eseri EYLEMBİLİM’de girişir.


Batı ve Rus edebiyatı eserlerine, çağdaşı olan geleneksel Türk yazarlarından daha fazla hakimdir. Dış dünyaya dair bütünsel öyküler ve/veya gerçekliği aktarmak yerine, bilinç/belleğin labirentlerinde dolaşarak, insan zihni ve ruhunda yaşananları kalemine dolayan modernist/deneysel yazarların bu ülkedeki ilk örneğidir Oğuz Atay. Türk edebiyat ortamı içinde kendisini duygusal bakımdan benzer hissettiği yazar, Halit Ziya Uşaklıgil, yakın bulduğu yazar Yusuf Atılgan, okumakta geç kaldığı Ahmet Hamdi Tanpınar ise, özellikle SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ adlı eserinden hareketle, belki farkında olmaksızın çizgisini sürdürdüğü, bir diğer avangard sanatçıdır. “İçimizdeki Şeytan” romanı özelinde Sabahattin Ali ile benzerlikleri ileri sürülse de, Atay’ın romanlarında öne çıkan ironi ve mizah unsuru fark yaratır. Oğuz Atay, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e batılılaşma olgusunu, Türkiye toplumunun kültürel ve sosyo-politik değişimini; kapsamlı, derinlemesine ve bir aydın duyarlılığıyla irdelemiş bir diğer kalem olan Kemal Tahir’i önemsemiş, özgün ve ilkeli romancılarımızdan biri olan, Vüs’at O. Bener ile dostluğunu da uzun yıllar sürdürmüştür. Oğuz Atay’ın çağdaşı Türk yazarlardan en büyük farkı, zihnindekileri tam da oldukları gibi kaleme dökebilme, özgürce aktarabilme cesareti ve becerisidir. Bunu öylesine içten, öylesine samimi ve namuslu bir biçimde yapar ki… Okuru, “ben de yazsaydım, bunu böyle yazardım” hissine kapılır. Diğer taraftan, yazma serüveninde Oğuz Atay’ı asıl etkileyen yazarlar, ülke sınırları dışındadır. Hem modernizm, hem de postmodernizmin Türkiye’deki ilk temsilcisi olan Atay, Dostoyevski, Kafka ve Joyce üçlüsünden tutun, Hesse’den Goncarov’a, Nabokov’dan Beckett’e, avangardist (öncü/yenilikçi) yazarların etkisindedir. Sadece edebi teknik ve nitelikler bakımından değil, felsefive bilimsel yaklaşımlar temelinde de, her türlü “yeni”ye kapılarını ardına kadar açar ve onları metinlerinde beceriyle harmanlar.


Atay, bu coğrafyada ezelden beridir süregelen kapalı toplum/sistem sorunlarını, özgürlüklerden yoksun bir ortamda modernleşen(!) toplumda“bireyleşme” “kendini gerçekleştirme” meselelerini, kimi yerde ince bir alayla, kimi yerde ironiyle, mizahla ameliyat masasına yatırır. Bu dönüşümün, siyasi ideolojiler ve davalardan bağımsız, esasen beşeri meseleler olduğunu ileri sürerek, başta aydınlar olmak üzere insanların kimlik arayışları ve çatışmalarını, toplumsal kopuklukları eserlerine konu edinir. Yazarın o dönem insanının dertleri, buhranları ve açmazlarına dair hüzünlü bir mizahi tonda kaleme aldıklarına bakacak olursak, günümüz koşullarında kaçınılmaz hale gelen “tüketim toplumuna dönüşüm” sürecine de uyarlanabilecek denli ileri görüşlü olduğu aşikârdır.


Sanatçı, aydın/yarıaydın kesimlerin hem kendilerine, hem de içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmasını, kapitalist düzenle birlikte yerleşik hale gelen (küçük) burjuva zihniyeti ve içine hapsoldukları tekdüze ve konformist yaşam biçimini, edebi eserlerinin merkezine oturtur. “(Anti)kahraman”(!)larının zihni/ bilincine dair yazıp, bir yandan kimliklerini parçalar… diğer taraftan bilinç akışı, parodi, iç monolog gibi yazım teknikleri de kullanarak varoluşsal iç hesaplaşmalarını büyük bir içtenlikle şekillendirirken, okurunu da “yazma oyunu”na davet eder. Bu “oyun", çok çeşitli anlamlar içeren yoruma açık yapısıyla, Atay eserlerinin vazgeçilmez imgesidir. Romanlarında öne çıkan bir diğer özellik, bittiğinde “Yarım kalmış” izlenimi vermesidir. Avangardist olduğu kuşku götürmez bu edebi denemelerde hem kendi, hem de okurunun yaratıcılığını özgür bırakır.


Eserlerinde şiir, oyun, mektup ve hatta ansiklopedi maddesi gibi türlü metinlere atıf yaparak, okurun kavram dünyasını zenginleştirirken, onda oluşturmak istediği duygu ve düşünceyi, başka edebi eserlere, kurgu karakterlere -kimi yerlerde onları deforme etmeyi, parodileştirmeyi de göze alarak-, göndermeler yaparak yönlendirir, okurunu, daha önce de belirttiğim gibi, kendi “yazma oyunu”nun içine çekmeye gayret eder. Postmodern edebiyatta “Metinlerarasılık” olarak nitelenen bu teknik sayesinde yerel çağdaşlarının ötesinde bir çokseslilik, serbest dolaşıma/çağrışıma bıraktığı insan bilincinden yakaladığı kelimelerle kurduğu sıra dışı, kimi zaman tuhaf cümleler sayesinde de çok katmanlılık yakalar, okuru imgelemeye ve düşünmeye sevkeden, oyunun içine katan metinler yaratır.


Oğuz Atay’ın geleneksel edebi eserlerden büyük ölçüde farklılık arzeden ve yenilikler içeren kapsamlı yapıtlarını, sayıca az da olsalar teker teker ele alıp, bu yazıya ayrılan dergi sayfalarına sığdırmak mümkün değildir. Kısıtlara rağmen kısaca değinmek gerekirse, ilk ve ödüllü romanı “Tutunamayanlar”a dair, “çok basit bir iş yapmak istedim; insanı anlatmayı düşündüm” der. İkinci ve daha derli toplu olduğu ileri sürülen ikinci romanı “Tehlikeli Oyunlar”da neyin gerçek, neyin kurmaca olduğu belirsizdir, anlamın silikleştiği, imgelerle donanmış metaforik doku, metni çok katmanlı bir yapıya kavuşturur.


Romanlarına ilişkin olarak genel bir saptama yapmak istersek; Postmodernist akımın edebiyatı “oyun” gibi gören anlayışıyla bağlantılı olarak, edebiyatın kendini anlatması olarak ifade edebileceğimiz; Özne-nesne, kurmaca-gerçeklik, iç dünya-gerçek yaşam gibi karşıtlıkların birbiri içine geçtiği, eşzamanlı bulunduğu kurgusal bir düzeni Türk edebiyatında romanlarında ilk deneyen, diğer bir deyişle üstkurmacanın(surfiction-kurmacanın kurmacası) ilk uygulayıcısı Oğuz Atay’dır. Bu yapıda, yazar, anlatıcı, okur hep birlikte varolur, hatta birer roman kişisine (artık onlara roman kahramanı denememektedir) dönüşürler.


Öykülerine gelirsek, KORKUYU BEKLERKEN adlı kitapta derlenen, Kafka’dan Çehov’a, Borges’e uzanan geniş yelpazedeki edebiyatçıların eserlerini ve kurgu karakterlerini anımsatan 8 güzel öyküsünde, Schopenhauer’den Baudrillard’a (Atay’ın ölümünden sonra kaleme aldığı Simülakrlar ve Simülasyon) felsefi yaklaşım ve görüşlerle çağrışım vardır. Öyküleri, Oğuz Atay okumaya niyetlenen okur için, uygun bir başlangıç eseridir.


Atay’ın tek tiyatro eseri olan OYUNLARLA YAŞAYANLAR, hakettiği ilgiyi onun sağlığında görmemiş, yazar bu oyunun sahnelendiğine maalesef tanık olamamıştır.


Oğuz Atay’ın özel yaşamının da, eserleri kadar değişik ve sıra dışı olduğu bilinir. İlk eşinden bir kızı olan Atay, iki kez evlenmişse de… yaşamındaki “büyük tutkusu/aşkı” olduğunu herkesin bildiği ve en yakın arkadaşlarından birinin eski eşi olmasını saygıyla karşıladığı Sevin Seydi ile evlenmemişlerdir. Onunla aynı evde yaşarken yazdığı ilk ve en bilinen romanı Tutunamayanlar’ın adeta eşzamanlı olarak İngilizce tercümesini yapan, ilk baskısının kapak resimlerini çizen de Sevin Seydi’dir. Kolaylıkla tahmin edilebilir ki eser, “Sevin için” notuyla O’na ithaf edilmiştir.

Sevin Seydi O’nu terk edip İngiltere’ye yerleştiğinde yazmaya başladığı GÜNLÜK’üne aşağıdaki satırları düşer:

“…. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. “Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu” dediğim düşüncelerin, duyguların aynısı olsun. "Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız"

25 Nisan 1970’te başladığı GÜNLÜK notları, Oğuz Atay’ı tanımak, O’nun adeta kristalize zihnini, yazma derdini ve eserlerinin kurgusunu anlamak bakımından çok önemli bir kaynaktır. GÜNLÜK sayfaları, son derece tuhaf, adeta bir detektiflik hikâyesine konu olacak kadar maceralı biçimde nihayet birleştirilebilmiştir.

Ruh ikizi kadar yakın hissettiği, iç dünyasını, bütün yaşadıklarını, düşündüklerini, edebi tasarılarını özetle sahip olduğu her şeyi paylaşmaktan vazgeçemediği Sevin Seydi’nin yerinin doldurulması mümkün değildir. Nitekim, ölümünden kısa süre önce, daha önce tedavi gördüğü Londra’da yaşayan Sevin Seydi ile bir hafta kadar baş başa kalabilen Oğuz Atay’a bu imkanı sağlayanlar da, kendisinden 18 yaş küçük olmakla birlikte son derece olgun ve anlayışlı davranan ikinci eşi Pakize Barışta ile, ikili arasındaki bu olağanüstü sevgi, dostluk ve bağlılığı yakından bilen ve saygı duyan Sevin Seydi’nin o dönemdeki İngiliz eşidir.


“Geleceği elinden alınan adam” Oğuz Atay, 13 Aralık 1977’te dünyaya veda ettiğinde ardında, tamamlanamamış iki büyük edebî tasarı bırakır. Bunlardan biri olan EYLEMBİLİM, seneler sonra ele geçen notlardan derlenerek basıldıysa da… Devlet, toplum ve birey temelinde anlatmaya niyetlendiği TÜRKİYE’NİN RUHU, onun ardından yazılan yazılar, yapılan akademik çalışmalarda adı anılmakla kalmıştır.


Kendisi de birinci sınıf bir OKUR olan ve bunu eserlerine taşıyan Oğuz Atay’ı okumak, her babayiğidin harcı değildir. Kayda değer bir birikim ve çaba gerektirir. Bu kıymetli kalem, bugün sosyal medyada örneklerine sıkça rastladığımız… üstüne üstlük yalan yanlış, kulaktan dolma bilgilerle çarpıtılarak ortaya atılan, “OLRIC alıntı”larıyla anlaşılamaz, özümsenemez.


Sözümü bağlamak gerekirse, Oğuz Atay, bu topraklarda yetişmiş en önemli düşünürlerden biridir. Kurulu düzenlerin acemisi olduğu halde, evrensel ölçüde büyük bir edebiyat ustasıdır. En kıymetli oyunu olan yazma edimiyle yaşama tutunmaya çalışmışsa da bunu becerememiştir. Yazmak onun için esasen kendisiyle ve yaşamıyla hesaplaşma yöntemi ve temel varoluş sebebidir.


Yaşamın her köşesine korku kokusu sinmiş, “mış gibi yapanlar ülkesi”nin biraz tuhaf, çokça aykırı, ama her hal ve karda son derece muhalif, özgün ve kıymetli bir kalemidir Oğuz Atay. Oğuz Atay’ı okuduğunuzda, hem okuma hem de yazma iştahınız kabarır, çok yazar okumuş gibi olursunuz.


Hatırı sayılır kadar çok sayıda edebiyat okuru tarafından yarıda bırakılan aşağıda listelediğim eserlerine tutunup tutunamayacağınızı deneyimleyin mutlaka derim ben.

Tutunamayanlar (1972), Tehlikeli Oyunlar (1973), Bir Bilim Adamının Romanı (1975), Korkuyu Beklerken (1975), Oyunlarla Yaşayanlar (1975), “Günlük” (1987 - ölümünden sonra) ve “Eylembilim” (1998 - ölümünden sonra)


Seçkin Bilgen Gültan 13 Aralık 2021

33 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page