top of page
  • Yazarın fotoğrafıSeckin Gultan

AND THE OSCAR GOOOEEES TOOOO…


Oscar ödül kategorileri arasında, en iyi film ve en iyi yönetmen dahil, ödülerin çoğunu kazanan “Slumdog Millionaire” filminde;

  • En acımasız şekilde dile gelen “gerçek”ler, Hindistan’ın teneke mahallelerindeki sefalet, pislik, açlık ve en genel ifadeyle "kötülük"

  • Diğer tarafta bir peri masalını andıracak tesadüfler ve açıkçası insana pek te inandırıcı gelmeyen “iyi şans”

Seyrederken “bu bir Charles Dickens hikayesi” dedim. Sonra, filmin yönetmeninin film hakkındaki beyanatlarını tararken “Charles Dickens”den esinlendiğini öğrenince, hoşuma gitti itiraf ederim, adamı anlamışım :) (Aslında bu vaziyet, benden daha ziyade adamın hoşuna mı gitmeliydi? diye sormadan da edemedim kendi kendime.)

Bir de, malum yarışmayı sanırım 5 kez filan seyretmiş olmanın verdiği bilgiçlikle, son soruda “arkadaşımı arayabilir miyim?” jokerini kullanacağını ileri sürdüm ki...

Bunda da haklı çıktım. Eh bu da benim bir süreliğine fikren tatmin olmama yeter. Şu ekonomik krizde senaryo mu yazmaya başlasam ne?

Hindistan. Dünya’nın en kalabalık ikinci ülkesi, özellikle yazılım sektörü ile BİT sayesinde küreselleşmenin en çarpıcı örneğini vererek, 21. yüzyılın önde gelen ekonomik güçlerinden biri haline geldi. Geldi de ne oldu? Alın size sefaletin, acımasızlığın ve sömürünün... -hem de dibine kadar- en çarpıcı biçimde gözler önüne serildiği bir Hindistan belgeseli. En acımasız koşullarıyla küreselleşmenin “sözde” hala “büyüyen” ikinci ülkesi. Birincisi malum, Çin.

Filmin Oscar kazanması bence iyi oldu.

Bugün hala “dünyanın en güçlü ülkesi” sıfatını taşıyan ABD’nin, birçoğu yaşadığı eyaletin sınırları ötesinden bihaber vatandaşları, bu sayede bu filmi seyredecekler ve dünyanın diğer ucunda yaşanan sefaletin boyutlarının farkına varacaklar. Bir de, artık “post-duygusal” aşamaya geçmiş Avrupa’nın “yalnız birey”leri, hiç değilse DVD’den izleyecekler bu filmi.

Görüntü yönetmeninin başarısı, su götürmez bir gerçek. Filmin konusu ilk bakışta her ne kadar ilginç gelse ve güncel de olsa... bu konuyu ancak sinema vasıtasıyla izlenebilir kılarsınız. Çekimlerdeki yaratıcılık, renkler, gerçekten olağanüstü hareketlilik ve hepsinden önemlisi doğal mekanların cazibesi ve hız. İşte sinemayı bence “sanat” haline getiren bu vasıfları barındıran bu film, izlenebilir ve beğenilesi bir filmdi kanaatimce. Küçük oyuncuların performansının da mükemmel olduğunu söylemeliyim.

Geleyim benim favorime. Daha filmi seyretmeden sahiplendiğim önyargıma, yönetmeninin David Fincher olması yeter sebepti itiraf ederim. Evet bu adem, kanaatimce bizim nesilden yetişen en iyi yönetmen değilse eğer, en iyi ilk 5’e girer.

Sarı ve soluk ışığa mecbur kalmadıysa eğer... mutlaka karanlık mekanlardaki dramlar, kötümser, en hafifinden gerçekçi ve depresif karakterler, ayrıntılarda gülümseyen şeytanın ta kendisini çeken bir ADEM. Bu filminde ilgimi çeken karakterleri ise, tersinden mükemmel işleyen saatin kör yapımcısı Bay GATEAU (bildiğimiz ıslak, ya da kremalı pasta demektir fransızcası), dedesi mükemmel bir terziyken kendi söküğünü dahi dikemeyen savaş zengini Bay DÜĞMECİ ve tabii filmin doğuştan aykırı, tersine başkarakteri BENJAMIN. Sonuncu ilginç karaktere birazdan geleceğim.

Evet, “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” filminden bahsediyorum.

“Timelessness of life”. Bu terimi tercüme etmek zor. Belki “Yaşamın zamansızlığı” denebilir, ama naçizane kanaatimce esasen “yaşamın sonsuzluğu” kastedilmektedir. Oysa ki yaşam sonsuz değildir di mi? Nitekim, yaşam denen yolu tersinden kateden Benjamin de bir kucakta ve altında beziyle veda eder yaşama. (“hepimizin sonu bu değil mi?” der Daisy –Benjamin’in sevgilisi... yoo yoo hayır gerçek aşkı- filmin ve de birlikte geçirdikleri ömrün ortalarında bir yerlerde)

Okuduğum her kitap, ya da seyrettiğim her film için kendime sorduğum klişe bir soru olmadığının altını çizerek söylemeliyim ki, film bittiğinde “kimin yerinde olmak isterdin?” derken yakaladım kendimi. Cevap? Bir parça Daisy (sevgilisi), bir parça Queenie (onu yetiştiren annesi) ve nihayet ve sanırım hepsinden daha çok Elizabeth Abbott olmak isterdim diye cevapladım. Neden derseniz? Filmin bence en önemli mesajının ("It's never too late or too early to be whoever you want to be.") hakkını layıkıyla veren oydu. Tahmin edersiniz ki, Abbott’un ne başardığını anlatacak değilim, bir zahmet seyredersiniz belki.

Bugün bu filmin varlık sebebi, dahiyane hikayeyi kaleme alan F. Scott Fitzgerald’ın Amerikan edebiyatı’nın en önemli isimlerinden biri olduğu malum. Gertrude Stein’in tabiriyle, “Kayıp kuşak” çocukları, Caz Çağı’nın temsilcilerinden olan Fitzgerald’ın diğer yapıtları ile, gerçekten uçuk-kaçık bir karakter ve F. Scott’in ilham perisi olan karısı Zelda’nın birlikte yaşadıklarına dair yazılanların da edebiyat meraklıları için okunmaya değer olduğunu belirtmeliyim. Bu fantastik çiftin hikayesi her bakımdan kayda değer.

S. Fitzgerald’ın Zelda için;

“I love her, and that's the beginning and end of everything.”

“Onu seviyorum ve bu her şeyin başlangıcı ve sonu.”

Dediği gibi…

“Başlangıç” ve “Bitiş” muamması üzerine düşünmeye değer değil mi?

Film seyretmeye son gaz devam. Neler seyretmedim ki, eve adeta kapandığım şu kasvetli kış aylarında. Başta “Dövüş Klubü” olmak üzere, diğer filmlerine de bayıldığım David Fincher film çekmeyi, görüntüleriyle beni ihya etmeyi sürdürsün dilerim.

Seçkin Bilgen Gültan - SBG

Nisan 2009

5 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page